'Acep söylesem mi, söylemesem mi?'
Bir alışveriş merkezine gittim.
Hem günlük gazetelerimi alacak, hem de etrafa şöyle bir göz atacaktım.
İçeriye adımımı atar atmaz, kuru yemiş reyonu dikkatimi çekti. Gayet şık ambalajlarda türlü be çeşit kuru yemişler…
İlk badem paketini aldım elime, fiyatına bakmak için.
Kırmızı etikete göz attım, karşıma ‘menşei AMERİKA‘ çıktı
Yanında ceviz içi vardı, ona baktım ŞİLİ…
Hemen yanında ayçekirdek… AMERİKA…
Moralim bozuldu. Ama inat ettim, bir de gıda bölümüne bakayım dedim.
Bakmaz olaydım!…
Bulgur, mercimek, pirinç, nohut, fasulye… Hepsi yabancı… Dahasına bakamadım, koşarcasına marketi terk ettim ve bir bankın üzerine oturdum. Düşündüm… Düşündüm… Düşündüm…
Şimdi izniniz olursa sizi ANADOLU’ya, bizim yörelere götürmek istiyorum.
Görelim bakalım, dün neydik, bugün ne olduk…
Yaylalarımız vardı bizim.(O zaman Araplar/Katarlılar yoktu). Buz gibi suyu, temiz havası, mis gibi çam kokusu, çiğdemleri, kekikleri, kevenleri… Vardı. Elektrik, televizyon, diziler, internet yokmuş varsın olsun…
Koyun sürüleri var, akşam obadan ayrılır, sabah ağıllarına dökülür.
Artık hareket başlar, oba çevresinde… Kelek (çan) sesleri, kuzuların meleyişleri, arada it boğuşu, çoban dövüşü yaylanın renkleridir. Hele koyunu suya veren çobanın, kavalından çıkan nameler yok mu, alır götürür insanı , ayı belinin düzüne, koca çalın böğrüne ve dahi karlık boğazına…
Mesire yeri değildir bizim yaylalar.
İşlevi bir nevi kışa hazırlıktır. Malıyla, davarıyla…
Burada yapılır senelik, peynir, tereyağı, çökelek, lor…
Sabaha karşı her evden, yayık sesleri gelir, bebek sesleriyle beraber.
‘Yayık olunca’ ayranın üzerinde biriken, topak topak yağlar alınır, yıkanır ve hafif tuzlanarak tenekeye veya küleklere (ağaçtan yapılmış yağlık) basılır. Peynir, çökelek aynı keza…
Çocuklar ellerinde bazlamalar (sacda pişirilen yuvarlak sade pide) yayığın başında bekler, ekmeğine sürülecek taze yağ, onun vazgeçilmezidir.
Sadece bunlar değil elbet. Kışlık kavurmalar yapılır, ekşi ayran katkılı, yuvarlak tarhanalar dökülür.
Yapılışı kolay değildir pek tarhananın. Obanın hanımları toplanır, sırasıyla dökerler tarhanayı…
Evler ahşap yapılıdır. Çatılar da öyle, yonga adı verilen düzgün tahta parçalarıyla kaplıdır çatılar.
Yongaların üzeri ‘kızılot’la kaplanır, üzerine tarhanalar serilir kurusun diye.
Bundan sonra çocukların görevleri başlar, bekçilik… Zira kargalar pek sever tarhanayı. Fırsat bulurlarsa anında uçururlar. Eh bu hizmetin bir karşılığı da olacak elbet çocuklara...
Seyyar satıcılar gelir obaya. Biz onlara çerçici deriz. Karşıdan göründü mü, ’çerçici geliyor‘ sesleri yeri göğü inletir. Çerez, kuru üzüm, sade lokum, renkli delikli şeker, hazırdır artık. Onlara sahip olmak için para geçmez. El terazisinin bir kefesinde yemiş, bir kefesinde yün vardır.
İki bisküvi arasına sade lokumu kıstırıp yediniz mi? Eğer yemediyseniz en kısa zamanda tatmanızı öneririm.
Güz yaklaşınca, yavaş yavaş düze inilir. İkinci etap ovadaki mekanlardır.
Burada da kışa hazırlıkları yapılır.
Hasat bitmiş, aşlık, bulgur, çeltik, yarma, çorbalık beyaz mısır, mercimek, nohut vb. aşlar hazırlanır, kilerlere yerleştirilir.
Üzüm, dut, şeker pancarı, çördük (armudun küçüğü) pekmezleri, kuşburnu, zoğal (kızılcık) ezmeleri kavanozlara doldurulur.
Salça yapmak bir başka uğraştır, fakat zevklidir. Bir yandan kazanlar kaynar, bir yandan şarkılar, türküler söylenir.
Evlerin çandularını (evin dış cephesi) biber, patlıcan ve tütün dizinleri kaplar.
Ayrıca, ceviz, dut, elma, armut, patlamalık mısırlar, hazırlanır… Zira uzun kış gecelerinin damak tadıdır her biri. Soğan ve patetes, çuvallanır, itinayla depolanır …
Bütün bu hazırlıklar, sadece kendileri için değildir. Yeteri kadar eve ayrılır, gerisi şehirde pazarlanır. Hepsinin ayrı ayrı müşterisi hazırdır.
Sevgili dostlar,
Bu anlattıklarım bir kurgu değil, hayatın gerçekleri idi.
Evet! Bize ne oldu? Türk çiftçisi nerede, güzelim yaylalar, sürüler, ekilen biçilen tarlalar niçin bomboş?
Saman ve soğan da dahil...
Bütün yiyeceklerimizi ithal ediyoruz.
Sigara fabrikalarını, Amerikan Tobacco’ya sattık, tütünü bitirdik, üstelik tütün ithalinde sıfır gümrük uyguluyoruz.
Şeker fabrikalarının durumu malum, pancar ekicisinin feryadı hala kulaklarımızda. Artık CARGİLL’in GDO'lu mısır şurubu/şekeri hayırlı olsun.
Hani kendi kendine yeterli dört ülkeden biri idik …
Dışarıdan almadığımız bir şey kaldı mı? Hani dünyaca meşhur Türk tütünü, Türk buğdayı, tohumluk bile yok. Gavurlardan alıyoruz mevsimlik (piç zürriyeti bir ekimlik) tohumları.
Nerde kaldı bizim, YERLİLİK VE MİLLİLİK…!
Şimdi soruyorum:
Türk buğdayından, ekşi mayalı köy ekmeği ve erişte ,arıyorsun… MUTLU MUSUN?
Pazarda DATÇA bademi, NİKSAR veya KAMAN cevizi, Malatya kaysısı, arıyorsun… MUTLU MUSUN?
Türk nohuttan ÇORUM leblebisi, Osmancık, Gönen pirinci arıyorsun… MUTLU MUSUN?
Son günlerde Rahmetli Mahzuni Şerif’in "Yiğit muhtaç olmuş kuru soğana… Bilmem söylesem mi, söylemesem mi?" türküsü dillerde. (Yiğit sözcüğünün yerine’ ÜMMET’i koy, belki daha iyi anlarsın!...) artık onun da (yani soğanın) yerlisini arıyorsun… MUTLU MUSUN?
Daha saymaya gerek var mı?...
Hani sordum ya mutlu musun diye…
Mutluysanmesele yok, dizileri seyret, hamdolsun de ama… Aramaya da devam!…
Mutlu değilsen, düşün ‘niye bu hale geldik’ diye…
Her ne kadar üstat ‘bilmem söylesem mi söylemesem mi?' diyor ama ben söyledim gitti gari...
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.