Afet sonrası psikososyal destek
Öncelikle Elazığ, Malatya ve çevre illeri etkileyen depremde hayatını kaybedenlere rahmet, yakınlarına sabır ve başsağlığı, yaralılara acil şifalar diliyorum. Bugüne kadar medyada ve sosyal medyada konunun jeolojik, siyasi ve inşaat yapımını ilgilendiren konuların üzerinde duruldu. Ben farklı ve pek konuşulmayan bir konuda; yaralılara ve felaketi yaşayanlara verilen psikososyal destek hakkında bir şeyler söylemek istiyorum.
Psikologlar Derneği, PDR Der ve diğer sivil toplum örgütleri üyelerini, Milli Eğitim Bakanlığı PDR (Psikolojik Danışmanlık Rehberlik) mezunu çalışanlarını bölgeye gönderdi. Gönüllülük esasıyla bölgeye giden uzmanların en iyi desteği vereceklerinden kuşkum yok.
Doğal felaketler sonrasında yaşanan psikolojik sorunların başında TSSB (Travma Sonrası Stres Bozukluğu) geliyor. Afeti yaşayan bazı insanlar bu sorunu süreç içinde kendiliklerinden atlatırken bazılarında süreç uzuyor, haftalar hatta aylarca sürebiliyor. Burada belirleyici faktör kişinin tolerans eşiği olduğu kadar, yaşanan travmanın şiddeti, kayıpların büyüklüğü ve adedi, kayıplara yakınlık derecesi de etkili oluyor. TSSB’nin temel belirtileri; yaşanan anıya dair sık görülen kâbuslar, uyanıkken dalarak flashback (geri dönüp anı tekrar hissetmek/yaşamak), olay anını hatırlatacak bir şey olmasa bile o anın akla gelmesi ve bu durumlarda da çarpıntı ve terlemedir. Ayrıca sürekli kaygı hali, konsantre olamamak, uykusuzluk, tedirginlik, ani öfke patlamaları da belirtiler dâhilindedir. İnsanlar bu tür durumlarda travmayı hatırlatan insan ve mekânlardan uzak durmaya çalışırlar.
TSSB sorununu yaşayan insanların bir kısmı yukarıda belirttiğim üzere yaşamın doğal akışı içinde yakınlarıyla iletişim işçinde sorunla kendiliklerinden başa çıkarken bazılarında süreç uzar ve destek gereksinimi doğar. Söz konusu sorunu yaşayanlara literatür Bilişsel-Davranışçı Terapi (BDT), Maruz Kalma Terapisi (Exposure Therapy), Ansiyeteyle Başa Çıkma Programları gibi yaklaşımlarla destek olunabileceğini öğütler. Birbirine çok uzak olmayan bu yaklaşımların ayrıntısına girmeden temel teoriyi açıklamak isterim.
Yaşanan travma, donanım geçmişimizin etkisi ve bazı söylemlerin etkisiyle yaşanan felaketle ilgili olarak işlevsiz, hatta zarar verici ve gerçeği saptırıcı düşünme kalıpları üretiriz.
* “Ben büyük bir günahkârım ve Allah beni yakınlarımı alarak, evimi yıkarak cezalandırdı”,
* “Bende misafir olan akrabalarımın evlerine dönmelerine izin vermesem başlarına bu gelmezdi. Suç bende”,
* “Hayatım bundan sonra asla iyi geçmeyecek. Ben onlarsız ne yaparım?”
türünden düşünceler işlevsiz ve zararlı düşünce kalıplarına örnek olarak gösterilebilir. Bu düşünce kalıpları kendini suçlu hissetme ve karamsarlık gibi duyguları doğurur. Bu kalıpları yıkıp yeniden şekillendirmek için “yaşamın kontrolünün tamamen elimizde olmadığı, hayatın her anına müdahale etme şansımız olmadığı, binaların yıkılmasını veya insanların ölümünü engelleyecek süper kahramanlar değil, insan olduğumuz” konularının altı çizilebilir. Hayatta kalan başka yakınlarımızın da olduğu ve hayatın kalanını güzelleştirmek için imkânlarımız dâhilinde bir şeyler yapabileceğimizin altı çizilerek yeni hedefler oluşturulabilir. Hayatta yaşayacağımızın son sorunun/felaketin bu olmayabileceği, karşılaşacağımız başka problemlerle başa çıkmak için kendimizi güçlendirmemiz ve çözüm bulma yeteneklerimizin gelişmesi için çalışmak yarar sağlar.
İnsanların yas sürecini yaşamalarına izin verilmeli, zaman tanınmalıdır. Eksik yaşanmış veya yaşanmasına izin verilmemiş yas süreçleri kaybı “unutturmaz”, tersine süreç yeterince yaşanmadığında (ki bu süre de kişiye göre değişkenlik gösterir) bilinç dışında bir eksiklik ve acı olarak kalır. Afet sonrası mekân değiştirmek (Başka şehirde yaşayan akrabaların yanında bir süre kalmak) iyileşme sürecini hızlandıracaktır.
Her bölgenin kültürel ve toplumsal dinamikleri farklılık gösterir. Gerek inançsal farklılıklar gerekse yaşam alışkanlıkları bölgeden bölgeye değişir. İnsanların çoğu kendi kültürlerine yakın insanlarla konuşmayı tercih eder, onların kendilerini daha iyi anlayacaklarını düşünürler. Bu anlamda bölge kültürünü tanıyan Psikolog, Pdr mezunu ve aile danışmanlarının bölgede çalışması yarar sağlar. Ancak farklı bölgelerden gelenlerin varlığı, felaketi yaşayanlara “İstanbul’dan, İzmir’den bile kalkıp gelmişler. Demek acımızı paylaşıyor, bize değer veriyorlar” gibi olumlu duygu ve düşünceler yaşatabilir.
Özellikle çocuklara dair yapılan çalışmalarda dikkat edilmesi gereken bir konu vardır. Örneğini 1999 körfez depreminde bizzat yaşadım. Deprem sonrası bölgeye gittiğimde psikososyal destek için kurulan bir çadırda deprem mağduru çocuklara aşırı hediye ve şekerlemeler dağıtıldığına, şefkatin abartılı ve neredeyse “yapmacık” gösterildiğine, çocukların gündelik yaşama birkaç saatliğine tamamen yabancılaştırıldığına şahit oldum. Çocuklar çadırdan çıktıktan sonra eski hayatlarına dönüyor, aileleri arasında kalmak yerine destek çadırına gelmeyi tercih ediyorlardı. Bu da hayatın gerçekliğinden kopup kısa süreliğine “gerçek dışı bir mutluluk adasını” gerçekliğin yerine koymalarına neden oluyordu. Bu anlamda her şeyin bilimsel “dozunda tutulması” gerektiğini düşünüyorum.
Keşke hayatımızda hiç afet, felaket, travma yaşamasak ancak insan olduğumuz için bu neredeyse imkansız. Deprem olmasa başka sorunlar başımızdan eksik olmayacak. Bu anlamda psikososyal desteğe her an ihtiyaç duyabiliriz. Desteği veren tüm dernek, kurum ve kişilere şükranlarımı sunuyorum.
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.