Altın pencereli ev...
Nerede ise dört aydır Mordoğan’da yazlıktayız. Evet pandemi süreci hepimiz için sıkıntılı. Ancak ben elimdeki verilerimle onu fazla bunalmadan, sıkılmadan atlatmaya çalışıyorum.
Bunun için bu güne kadar ne mi yaptım? Bol bol kitap okudum. Pek kalabalık olmayan bir koyda denize girdim, güneşlendim. Olmazsa olmazım resim yaptım. Öyle böyle değil, en az on tablo bitirdim. Hatta ikisini korona kahramanlarına bağışladım. Yapılan organizasyonla satıştan elde edilecek gelir koronada hayatını kaybetmiş sağlık çalışanlarının çocuklarına burs olacak. Arada bir tembellik etsem de her sabah erkenden kalkıp yürüdüm…
Bu sabah yine tembellik etmek istedi canım ama “Yürümelisin Hülya!.. Tembellik yok!.. Sağlık kumbaranı doldurman gerek!..” diye kendimi bir güzel payladım!…
Güneş altın ışıklarını saça saça, nazlı nazlı doğmakta… Tatlı bir sabah serinliği ile hafif bir rüzgar esiyor… Çoban Nazlı koyunlarını otlatıyor. Kargalar görevlerini tamamlamış çam ağaçlarının dallarında pinekleyen ağustos böceklerini teker teker toplayıp karnını doyuruyor. Doğa döngüsünü tamamlıyor, ben yürüyorum…
Uzak tepelerdeki evlerin pencereleri ışıl ışıl parlıyor ve bana çocukluğumda okuduğum bir öyküyü anımsatıyor.
“Köyün birinde bir küçük çoban koyunlarını otlatırken her gün karşı tepedeki evin pencerelerinin altın saçtığını görüyor ve kendi evleri niye öyle altın pencereli değil diye hüzünleniyor…
“Neden bizim evimizde altın pencereli değil, neden biz de onlar gibi zengin değiliz?” diye dertleniyor. Sonunda bir gün dayanamıyor ve altın pencereli evi görmeye karar veriyor. Sabah erken kalkıyor ve çıkıyor yola. Koşa koşa o tepeye varıyor ve evi buluyor. Büyük bir merakla pencerelerine koşuyor. Fakat o da ne? Pencereler toz, kir ve çamur içinde… Şaşırıyor. Bu ev değil miydi yoksa diye sağa sola bakınıyor… Başka ev yok… O an anlıyor ki sabah güneş ışıklarının vurmasıyla öyle altın gibi parlıyor. Dönüp kendi evlerine bakıyor, kendi evlerinin pencereleri de bu yandan altın gibi parlıyor…”
Bu öykü beni çok etkilemişti ve yıllardır da unutmadım. Uzaktan ışıltılı gördüğümüz pek çok yaşam sandığımız kadar parıltılı değil yani… Zannetmeyelim ki başkalarının hayatı bizimkinden çok daha sorunsuz, çok daha güzel. Zenginlik-para- mal- mülk hiç de öyle mutluluk getirmiyor.
Sakıp Sabancı’ya bir söyleşisinde demişler ki “Bunca zenginliğiniz var. Herhalde mutlu bir insan olmalısınız?” Verdiği iç acıtan yanıt demek istediğimi çok güzel anlatıyor. Diyordu ki:
“Fabrikalar yaptım, evler yaptım amma çocuğumun ayağına bir çift ayakkabı alıp yürütemedim. En büyük zenginlik sağlıktır. Geç de olsa düşüncemi anlayacaksın ey insanoğlu!..” Çünkü oğlu Metin spastik engelli idi…
Dünya bir denge üzerine kurulmuş. Çin felsefesinde Yin-Yang konusu vardır ya hani. “Yin” gölgeli veya karanlık taraf anlamına gelirken “Yang” güneşli ve aydınlık taraf demekmiş. Yin-Yang ise karanlık-aydınlık, negatif-pozitif gibi anlamlara geliyormuş. Bu ikilik ile birbirinden tamamen zıt şeylerin birbirini nasıl tamamladığı ve dünya üzerinde birbirinden 180 derece zıt şeylerin aslında birbiriyle nasıl bağlantılı olduğu anlatılmak isteniyormuş. Temsili resimlerinde de bir daire içinde iki yavru yunus benzeri iyilik beyazla, kötülük siyahla temsil edilmiş olmakla birlikte; siyahın içinde bir beyaz nokta, beyazın içindeki bir siyah nokta da hiçbir şeyin tam iyi ya da kötü olmadığını anlatmaktaymış…
En iyisi başkalarının hayatına özenmek yerine kendi değerlerimizin farkına varmak ve keyfini sürmek gerek diye düşünüyorum. Bunu şu korona günlerinde daha iyi anladık sanırım… Elimizde olan, farkına varmadığımız pek çok şeyin kıymetini yokluğunda anlamadık mı?
O yüzden fazla kurcalamayın hayatı…
Huzur varsa evinizde, umut varsa yüreğinizde, sağlığınız da yerindeyse… Yaşayın gitsin işte!
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.