Annem ve fotoğraf albümleri...
Annemi razı etmek deveyi hendekten atlatmaktan daha zordu benim için. Çünkü aksi ve idareci yönü çok baskındı.
Ne dil dökersen dök, kendi doğrularının peşinden koştu.
Öyle ki; Çalıştığı kamu kurumundan emekliliği dolduğu gün ayrıldı.
Nedeni baskıya, emire, otoriteye gelememek.
Yanlış bir şey gördüğünde amiriymiş memuruymuş vız gelir anneme, tavrını koyar, kendini savunur.
Kamu kurumundaki hayatından gülerek anlattığı ve hâla şu yaşında unutmadığı bir anısını anlatmak isterim.
Öğlen tatilinde odasında zamanı değerlendirmek için masasının başında önünde daktilosunu kendine siper ederek örgü örüyormuş... (On parmak yazardı maşallah)
Genellikle uyumlu iki rengi karıştırırdı, çileleri açmak ve kollarıma dolama işi de evin küçüğü olarak bana düşerdi.
Her neyse konu bu değil, daldırıp parmaklarını attıra attıra, şakada şukada örerken, hiç olmayacak bir şey olmuş.
Daire Başkanı (sonrasında Bakan olmuş) birden odaya girmiş, annem de şaşkınlıkla elindeki örgüyü masanın üstüne fırlatınca, o benim sardığım iki renkli yumak, yuvarlana yuvarlana Daire Başkanı'nın ayaklarının önüne kadar gitmiş!
Başkan bir ayaklarının dibindeki yumağa, bir de anneme bakmış ve o tarihi soruyu sormuş:
"Sabahat hanım kolay gelsin, ne örüyorsunuz?"
Annem de alı al moru mor ard arda yutkunarak; "Şeey kızıma kazak örüyorum efendim"
"Özür dilerim bağışlayın Devlet dairesinde olmaz bu işler ama işte yani, kızım isteyince dayanamadım" deyince Daire Başkanı yere eğilerek o kartopu gibi önüne yuvarlanan yumağı alarak anneme uzatmış.
"Örün örün, sakıncası yok, öğlen tatilini değerlendiriyorsunuz Sabahat hanım, örnekli mi örüyorsunuz?"
"Yok Başkanım, iki ters iki düz, su yolu gibi olacak"
"İyi bakalım kolay gelsin"
"Sizi tebrik etmek için gelmiştim, yazılarınız, paragraf başları, kağıttaki düzen harika, kutluyorum sizi. Hiç kusursuz daktilo yazıyorsunuz."
Annem gururu okşanmış bir şekilde teşekkür etmiş, daha sonra da odasında diğer daktilo yazan memurların şefi olmuş.
Kazak mı?
Bitirtinceye kadar o çocuk yaşımda akla karayı seçtim.
Şef oldu ya dairede, örmesi ne mümkün artık, evde de biz, daha çok küçüğüz, yemek hazırlama bulaşık yıkama işleri.
Televizyon yeni çıkmış bir merakla izleniyor, bayrak çekilene kadar izliyoruz tabii, vakit mi kalır kazak örmeye.
Bu geldiğimde albümlerin arasından bularak çıkardığım, Daire arkadaşlarından birinin çektiği fotoğrafını getirince gözleri parladı ve her defasında dinlemekten zevk aldığım bu anekdotu bir kez daha anlattı .
Ana kız karşılıklı güldük.
Onun daha tan ağarmadan işe gidişini, yorgun argın omuzları düşük gelişini ve her aybaşı isteklerimizi karşılamak için çabasını, alamadığında hüznünü gözlerinden okurdum.
Nedense o yorgunluğunu, gözlerine çivilenmiş gibi duran hüzünlü bakışlarını görünce ben bir şey istemezdim.
Bir-iki t-shirt bir blucinle geçti çocukluğum, bundan da hiç yüksünmedim gocunmadım.
O yıllarda genç kız olan ablam yeni moda upuzun yerleri süpüren midi etek, üzerine önden bağlı bluz ve her renginden oje aldırırdı, bir de epa, altı kalın dolgulu topuklu ayakkabı.
Nasıl yürürdü onun üzerinde bilmiyorum.
Ellerinden tutar ben yardımcı olurdum ayakkabıya çıkmasına. Midi eteğin altında hoş dururdu.
Annem eve gelmeden marleyleri parlatır, bizi sokağa evi dağıtmayalım diye çıkarır, evi temizler ardından da elinden gelen, bildiği tek şey memleket usulü tarhana çorbası yapardı. İçine biraz da haşlanmış yeşil mercimek atardı, sanırım kıyma yerine.
Biliyorum ki bu yüzden ona alınan her şeyi kendine hak edilmiş bir mükâfat olarak görürdü ablam.
Bunda da haklıydı elbette, bize babam öldükten sonra iyi baktı.
Ne zaman anneme gelsem, sanki geçmişe seyahat ediyormuşum gibi hissetme nedenim, annemin şimdilerde tezgâhlarda bulunmayan, üstü kahverengi kösele gibi kalın deriden, sayfalarının dört yanı bir fotoğrafı içine alır şekilde açık hazırlanmış, bir kat parşömen kağıtla korunan, bilmem kaç senesinden kalmış, hazine gibi, açtığınızda tarih kokan bu albümü yüzünden.
Ne kadar uzun bir cümle oldu değil mi?
Başka türlü nasıl anlatılabilir ki, tarihe seyahat eder gibi, her gördüğümde beni hüzünlendiren bu albüm ve koca koca anılar.
Sanırım annem bu evde her gün o albümleri çıkarıp bakıyor ki; "Bu evden beni hiç bir kuvvet çıkaramaz, burada yaşayacağım, burada öleceğim" diyor.
O albümlere yeniden özenle sayfalarını çevirip baktığımda ona hak vermiyor değilim.
Çocukluk fotoğraflarlarından, anneannemle, dedemle, Çankırı'daki evlerinde çekilmiş, kenarları sırma telli dümdüz gelinliği ile evlenme fotoğraflarına, rahmetli babamın tatbikat ve askerlik fotoğraflarına, bizim çocukluk fotoğraflarımıza kadar, zaman tünelinde geçmişe canlı bir gezinti gibi bu albüm.
İnsana yaşadığını hissettiriyor.
"Anne" diyorum, "Dışarıda da güzel bir hayat var. Doğaya dokun, kelebeklerin dansını gör, çiçeklerin arasında, kuş seslerini dinle, sabah erkenden ötüşlerini, hatta horozun sesiyle uyan bir kez olsun. Yaşamadıklarını yaşa, usanmadın mı şehir hayatından?"
"Ev böylece dursun, söz seni yine getireceğim tapınak gibi gördüğün evine. Ben de yanında olacağım. Biz birlikte hayatın zorluklarına göğüs germeye, birlikte yaşamaya alışığız. Bir göz odalardan, rutubet kokan evlerden geldik seninle, kimseye muhtaç olmadık, mutsuz da olmadık hayret. Sen çalıştın çabaladın bize baktın, ben yıllar sonra Allah'a şükür işe girdim sana baktım. Şimdi yaşatma sırası bende. Karınca kararınca, elinizdeki ile yetinip, güzel günler görebiliriz."
Zamanımız ne kadar varsa, ne kadar kaldıysa.
Herkes terkettim gittim sanıyor.
Sen benim diğer yanımsın, sol yanım, yüreğim.
Gelmeyen, beni terk eden sendin.
Yürek atışımı duymak için hep sana koştum.
Artık hasrete bir son vermenin zamanı geldi de geçiyor.
Seni buralardan götüreceğim Allah'ın izniyle.
Bakma bana öyle ters ters.
Tamam anladım.
Söz.
Vazgeçemediğin çocukluk ve gençlik fotoğraflarını, çocukluğumun akasya ağaçları gibi kokan, ya da öyle hissettiğim albümünü de götürelim.
Bakar bakar, denizin kenarında nefeslenir, yaşadığımızı hissederiz.
Haydi gidelim anne...
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.