1. YAZARLAR

  2. Hülya SEZGİN

  3. Antalya dedikleri zaman
Hülya SEZGİN

Hülya SEZGİN

Ressam
Yazarın Tüm Yazıları >

Antalya dedikleri zaman

A+A-

Eşim Hikmet ile geçtiğimiz aylarda evliliğimizin 35. yılını kutladık. Dile kolay... tam 35 yıl. Şair bile ne demiş “Yaş otuzbeş yolun yarısı eder...” Bir ömrün yarısını birlikte geçirmek. Acısı ile, tatlısı ile ama huzurla birlikte... Babamı 16 yaşımda yitirdim. Demek ki eşimi babamdan daha çok görmüşüm... Arada bir şaka yollu takılıyorum ona “Sanki doğduğumdan beri birlikteyiz.” diye... Antalya dedikleri zaman ayrı bir önemi var benim için. Çünkü balayımızı Antalya'da geçirmiştik. Bir de bundan yıllar önce oğlum Serter acemi askerliğini orada yaptığı için yemin törenine gitmiştik, ama gezememiştik...

Akdeniz Üniversitesi'nde öğretim üyesi ressam Doç. Dr. Fatih Başbuğ'un “ll. Yöresel Ürünler Sempozyumu ve Uluslararası Kültür/Sanat etkinlikleri” ne davet etmesi ile oraları yeniden bu günkü hali ile göreceğim için seviniverdim. 

Artık eşi Zuhal'i ve kendisini aileden biri olarak gördüğüm Fatih teklifini şöyle sürdürmüştü “Hocam istediğiniz bir konu üzerinde bir bildiri de sunabilirsiniz ve karma sergiye resimlerinizle katılabilirsiniz.” 

Bizim özümüz, kültürümüz ve geçmişte Anadolu kadınının sözsüz iletişim aracı olan iğne oyalarını anlatmak istedim. Avrupa'da “Türk danteli” olarak tanınıyordu ve pek çok ülkede ilgi uyandırıyordu. Ancak bizde yok olmaya yüz tutan bir el sanatımızdı iğne oyaları. Kadının gitgide eve kapatılmaya çalışıldığı günler içindeyiz. Ev tekstili, gelinlik aksesuarı, takı tasarımı…gibi  alanlarda kullanılabilinse… 
İğne oyalarına bir pazar yaratılırsa… El emeği olduğu için, bir de maliyeti yüksek olmadığı için rahatlıkla kadına para kazandırmaya yönelik üretimde kullanılamaz mı? İşte bunları irdelediğim  “Çankırı'da iğne oyaları ve iğne oyalarının kadın istihdamına kazandırılması” konulu konuşmamı hazırladım.

Artık alıştım valizimi zaten aklımın köşesine iyice yerleştirdiğim listeye göre şıppadanak yerleştiriveriyorum. Bazen öyle oluyor ki peş peşe gideceksem bir yerlere valizi yerine kaldırmıyorum, evde bir köşede “hazır ve nazır” öylece bekletiyorum.


Artık gitme günüm gelmişti. Her zamanki gibi  eşim Hikmet ile sabah erkenden  havaalanına gitmek üzere yola çıktık. Beklemediğim zamanlarda beklemediğim yerlerden pat diye sorusunu soruverir Hikmet. Sağ olsun benim tedbirli kocacığım. Sabahın köründe gene öyle yaptı. “Kimliğini aldın mı?” “Cep telefonun yanında mı?”  yüreğim hop etti, kalbim çarptı. Hemen çantama sarıldım, kontrol ettim. Ooh! Çok şükür yerindeydi. Eh be Hikmet'ciğim şu sorunu evdeyken sorsana!..

Haaa söylemeyi unuttum. Ünlü radyocu-yazar Ömer Köroğlu'da davetli idi. Onun da “İzmir'de radyoculuk ve televizyonculuk” hakkında bir sunumu vardı. Ömer manevi oğlum gibi olduğundan birlikte gidecektik ve bizi havaalanında bekliyordu. 

Havaalanındayız. Biletimizi sabitledik bekliyoruz. Az ileride tanıdık bir yüz: Serdar Yörük. Serdar mumla harika batik çalışmalar yapan sanatçı bir arkadaşım. Birbirimizi görünce şaşırdık. Meğer aynı yere, aynı etkinlik için gidiyormuşuz.  Yanında hoş bir hanım var. Daha önce adını duyup ancak tanışamadığımız ressam Ayten Mungan imiş, kısa sürede kaynaşıverdik. İnsanoğlu kuş misali bir saat sonra Antalya'daydık.
 
Otelimiz Konyaaltı plajında deniz kenarında çok güzel bir yer. Ben ressam Ayten Mungan ile aynı odayı paylaşacağım. Memnunum, çünkü Ayten’i sevdim.
 
Valizlerimizi yerleştirdik. Ayten'le birlikte odamızın balkonundan uçsuz bucaksız manzarayı seyre koyulduk. Kasım ayının ortalarında olmamıza rağmen şansımızdan hava çok güzeldi ve hâlâ denize girenler vardı. Valizimin değişmez eşyası, olmazsa olmazım nedir biliyor musunuz?  Viks adlı mentollü merhem. Hep yanımda taşırım. Her derde devadır. Boynum mu tutuldu? Hafif nezle gibi miyim? Hemen burun kenarlarıma ve boğazıma sürer, tülbentle de sarar, gece öyle yatarım. Sahaha bir şeyciğim kalmaz. Baktım Ayten'in de en baş ilacı imiş. Ne tesadüf değil mi?
 
Otelin yan tarafında genişçe bir alanda koca koca mermerler var... ortalık toz duman... merak ettik. Meğer “Mizahı taştan çıkaranlar” isimli heykel sempozyumu sanatçıları çalışıyorlarmış. Hemen gezmeye gittik. Yurt içinden ve yurt dışından heykeltraşlar vardı. Genelde Nasrettin Hoca, Kavuklu ile Pişekâr, Abdülcambaz... gibi karakterlerin mizahi heykellerini yapmışlardı. Çok güzel eserlerdi. Bence bir şehrin açık alanlarını en güzel gösteren heykellerdir. Bunu en etkili biçimde Eskişehir gezimde görmüştüm.
 
Ayten, Serdar, Ömer ve ben dördümüz sahilde bir kafeye oturduk bir şeyler içiyoruz. Plajda mayolu yaşı da biraz ileri bir bey çömelmiş bir şeyler yapıyordu. Akşam olmak üzere ve hava serinlemişti. Sahilde kumdan kale yapıyor olamazdı her halde. Merak ettik ne yapıyor diye. Az sonra anladık ki kamerasını kuruyormuş. İşi bitince kamerasına el sallayarak denize girdi... çıktı... tekrar girdi... taklalar attı... 5-6 kulaç attı... Ancak titrediğini uzaktan biz bile hissedebiliyoruz. Ama olsun, o mutlu. Artistik pozlar verme peşinde... Tanrım bu sosyal medya insanları bir hoş etti. Sanırım akşama facebookta bunları paylaşacaktı. Ve elbet ertesi gün de büyük bir ihtimalle yorgan döşek, hasta yatacaktı...

Ertesi gün sabah açılış konuşmaları ile program başladı. Bu güzel programın başkanlığını Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Sadettin Sarı, koordinatörlüğünü ise Yrd. Doç. Mehmet Ali Eroğlu yapıyordu. Bu güzel etkinliğe emeklerinden ötürü kutluyorum. Kosovalı  ressam arkadaşım Ethem Baymak da davetliler arasında idi. O da “Balkanlarda yaşayan ve yaratan Türk ressamlar” konulu güzel ve çarpıcı bir söyleşi yaptı. Balkanlarda yaşayan bir avuç Türk olarak oralardaki kültürümüz yok olmasın diye resimle ve sanatın başka dalları ile yaşatmak için nasıl çaba sarf ettiklerini anlattı. “Yöreder” adlı derneğin üyelerinden Türk Halk Müziği sanatçısı Sümer Ezgü de konuşmacılar arasındaydı. Tanıştık. 

Bu konuşmalar sonucunda yöresel kültürümüzün, değerlerimizin önemini bir kez daha anladım. Neden sımsıkı değerlerimize sarılmamız gerektiğini iyice pekiştirdim. Çünkü kendimizden pay biçelim. Bir yeri gezmeye gittiğimizde ilk sorumuz “Buranın nesi meşhur?” olmuyor mu? Oraya özgü ne var onları görmek istemiyor muyuz? Oraya özgü hediyelik şeyleri satın almak istemiyor muyuz? E turistler de aynı... Biz özümüze sahip çıkamazsak neyin pazarlamasını yapacağız turistlere?

Ve Türkiye Dünyada turizm konusunda merak uyandıran ülkeler arasında altıncı sırada, turizm gelirleri içinde ise on ikinci sırada imiş. Tahminimizin aksine en çok turist çeken ilimiz  İstanbul değil, Antalya imiş. Turistler artık gitmek istedikleri yeri internetten araştırarak karar veriyormuş. En çok da çevreye daha duyarlı olunmasına, gelenek-göreneklere, özkültüre ve  yöresel ürünlere değer veriyorlarmış. 

Oysa son günlerde dikkat ettiniz mi gittiğiniz bir yerde hediyelik eşya reyonlarına... pek çoğu Çin malı  yabancı ülkelere ait, bizi yansıtmayan şeyler!.. Gelişmiş ülkelerde böyle mi ya!.. Eski şehirlerini koruyup çevresine yeni uydu şehirler kuruyorlar. Biz ise güzelim eski evlerimizin yerine ruhsuz apartmanlar yapıyoruz... Yörük çadırlarında hamburger satıyoruz, o güzelim türkülerimizin yerine “cıs tak cıs tak” müzikler çalıyoruz.

Kültürümüzün öncelikle kendimiz değerini bilerek korumalıyız, sahip çıkmalıyız. Ürünlerimizi yalnızca turistler için üretmemeliyiz. Kendimiz de kullanmalıyız ki daha çok üretilsin ve yaşatılsın...

Devam edecek...

Hülya Sezgin/ [email protected]

sadettin-sari-ile.jpg


aytenle.jpg


bildiri.jpg

Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
2 Yorum