Aptallar Topluluğu gibiyiz...
Kimse kusura bakmasın elbette çok akıllı çok bilgili ve kültürlü insanlarımız da var. Ama adımıza “Aptallar Ülkesi” denilecek kadar da bol sayıda bireylerimiz de var. Kendi geçmişimden örnekler vereceğim. Yazacaklarım, zanna, varsayıma, “yani ki” ye bağlı şeyler değil. Yaşadığım, huzurunu ve de huzursuzluğunu yaşadığım gerçekler…
Günümüzden kırk yıl kadar önceydi. Çakı gibi bir genç adamım. Kendime güvenim tam. Kendimi çok iyi tanıdığım için adam gibi adamlar arasında yerim olduğundan eminim. İzmir’de Atatürk Kültür Merkezinin yanı başında yer alan sergi salonundayız.
Ünlü heykeltıraş Turgut Pura’yı yitirmişiz. Cenaze töreni yapılıyor. Cenaze ortada bir yükselti üzerinde. Seksen yüz kişi çevresinde halkalanmış. Konuşanlar var. Ve bizde konuşmalar ne kadar uzun olur, söylemeye gerek yok.
Dinleyenler arasında Turgut Pura’nın seksen yaşında annesi de var. Herkes ayakta ve oncağız da ayakta. Durumu benim bugünkü durumumdan kötü. Devrildi devrilecek. İlgililer, yetkililer görmüyorlar bile. Turgut Pura için yaslılar.
Ben kenarda köşede iken hemen gidip bir sandalye buluyorum. Kalabalığı yararak o yaşlı ve yaslı anayı oturtuyorum. İyi mi ettim, kötü mü? Elbette kötü ettim. O günden sonra yıllarca yakamdan atamadığım bir yaftayı yemişim de neden sonra haberim oldu.
İşte yazımın “aptallar” deyişime ilişkin yanı burada başlıyor. “Kim bu genç adam?”
Bu kadar fütursuz, böylesine kendinden emin. Töreni möreni yok sayarak ve de kalabalığı yararak… Kimsenin aklına gelmiyor ki, ben bir ananın oğluyum. Ya da yarınların yaşlı adayıyım. Nitekim, işte şimdilerde o durumdayım. Durduğum yerde beş dakikadan fazla ayakta duramıyorum. Ama adam aklı başında değilse aklına ne gelir?
Bu arkadaş, olsa olsa… olsa olsa… olsa olsa… Üstü örtülü bir görevin adamıdır.
Kurumun adını açıkça yazmıyorum. Anlayan anlar, anlamayan için sorun yok.
Buraya kadar yazdıklarımla şunu demek istedim: İnsanlar bir olayın, bir tavrın gerçek yanına akıl erdiremiyorlarsa, bu açığı yakıştırmalarıyla dolduruyorlar. Mahallede yoksul bilinen birinin elinde beş on kuruş gördüler mi, “Hayrola atandan dedenden miras mı kaldı?” diye soran pek az olur. Ama pek çok kişi “Hayrola arkadaş banka filan mı soydun?” diye sorar.
Otuz yıldır Danimarka’da oturuyorum ya. Bir ara başıma ne geldi, bakın anlatayım:
Kopenhag’ta oturduğumuz beldenin hemen yakınından otoban geçiyor. Bir sabahın erkeninde benim gurbetçi kardeşlerimden biri otobanın girişinde duran iki arabanın yanı başında iki kişiyi söyleşirken görmüş. Çarşıya gelince “Orada iki kişi tartışıyordu, acaba kaza mı yapmışlar anlamadım” demiş. O saatte oradan benim geçme ihtimalim sıfır.
Ama adamın biri benim adımı etmiş. “O arkadaş olmasın” demiş.
Lafı uzatmayayım. Laf örülmüş, dürülmüş. Yarım saat içinde benim kazada öldüğüm biçimine dönüşmüş. Ben öğrencilerimi deniz kenarına götürmüşüm. Olup bitenden habersiz olarak iki saat sonra evime geldiğimde o sabah trafik kazasında öldüğümü öğrendim.
Evimi dolduran dostların hemen hepsinin trafik kazasında öldüğümden asla kuşkuları yoktu da, cesedimi bu ülkede nereye, nasıl götürürler, ona kafa yormaktaydılar ve onu araştırmaktaydılar. Ben o hafta sora bu olayda benim adımı ilk kez ortaya atan adamı buldum. “Ne yaptın arkadaşım sen?” dedim. “N’olmuş yani, insan yanılamaz mı?” dedi.
Ömrüm uzamış. Bir kimsenin yok yere öldüğü haberi çıkarsa onun uzun yaşayacağınaymış.
Allah bilir, bugün belki de seksen yaşıma iki çentik kaldığını o kardeşime borçluyum. Bilemeyiz ki..
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.