Bakracımda sütlü, tatlı sohbetler
Ömrümüz hızla geçiyor ama biz farkına varamıyoruz. Kısa bir süre önce “Macaristan'a gideceğim.” derken bu gün gittim geldim ve size anlatıyorum...
Dönerken bakracımda sütlü, tatlı sohbetler ve heybemde gezip gördüğüm güzellikler, bilgiler getirdim size. Yani eli boş gelmedim...
Her şey geçen yıl tatlı arkadaşım Julianna Illes Major'un Macaristan'da ressamlar kolonisi - resim çalıştayına daveti ile başladı. Ama aksilikler sonucu gidememiş ve üzülmüştüm. Ancak bu yıl da davetini yenileyince Ankara'dan arkadaşım ressam Asiye Aytan ile birlikte gitmeye karar verdik. Hummalı bir koşuşturma sonucu gitme günümüz gelmişti.
İzmir'den her ayrılışımda değişmez kural gibidir. İlle de yağmur yağar. Ben de azcık megalomanlık yaparım ve “Bak ben gidiyorum diye İzmir ağlıyor.” derim eşim Hikmet'e. Bu kez Güzelbahçe'de yağmur yoktu. Narlıdere'ye geldik Hikmet “Bak buralara çisilemiş.” dedi. Ben de “Merak etme Hikmet'ciğim senin eve dönüşünde yağacak.” dedim. Öyle de olmuş!..
Sabahın köründe yola koyuldum. Bizim gibi işi olan bir iki araç dışında yollar bomboş. Kent uyuyor!.. İzmir - Budapeşte ekonomik uçak bileti araştırırken farklı firmaların uygun biletleri vardı. Ancak o günlerde sis yüzünden sefer sayılarında aksama olmuştu. İzmir - İstanbul seferinde aksama olur da Budapeşte uçağını kaçırırsam yanarım. Oysa aynı firmadan İstanbul aktarmalı İzmir-Budapeşte bileti alırsam sefer iptal edilse bile beni oraya ulaştırmak zorundalar. O nedenle bileti THY'dan aldım gidiş ve dönüş olarak elbet..
.
Bir saat sonra İstanbul'da idim. Ancak Budapeşte uçağı saat 18.00 de idi. Akşama kadar ne yapayım. Havaalanı bekleme salonunda dipteki ikili koltuğa bir güzel yerleştim. Aldım elime kitabımı... Azığım yanımda. Acıktıkça böreklerimden atıştırdım. Sonra elma ve portakal. Bir ara Ankara'dan Asiye telefon etti. “Biraz sonra uçağım kalkacak. Sen nasılsın?” sorusunu “Vallahi Asiye'ciğim mülteci kampında gibiyim. Bir çadır kurmadığım kaldı. Meraklanma, keyfim yerinde. Seni bekliyorum.” diye yanıtladım...
Rahat ve güzel bir yolculuk sonucu saat 19.00 gibi Budapeşte'de idik. Bir saat bizden gerideler. İzmir'de saat 20.00 oysa. Karşılamaya Tom bey gelmişti. Julianna öyle anlatmış ki bizi görür görmez tanıdı ve hemen valizlerimizi aldı. Üç saat sonra Macaristan'ın şirin kasabası Vonyardvashegy'e Juli'nin evine ulaştık. Kapıda Julianna Illes Major, eşi Tamás Illés, Türkiye’den şair Serdar Ünver ve Azerbaycanlı ressam Elnur Mahmudov bizi bekliyorlardı. Heyecanla ve sevinçle kucaklaştık...
Vonyardvashegy Macaristan'da bizim Bodrum'umuz konumunda. Balaton Gölü kıyısında şirin turistik bir kasaba. Kışları sessiz sakin, nüfus iki üç bin kadarken yazları otuz kırk bine kadar çıkıyormuş. Almanya ve başka ülkelerden de yazlık olarak ev sahibi olanlar varmış. Juli
burada belediyede kültür müdürü. Onunla yaşıtız. Ancak sanarsınız atom karınca. Hiperaktif, çalışkan. Motosiklet bile kullanıyor. Çok koşturuyor. İdealist... Beş dil biliyor. Dört üniversite bitirmiş. Türkleri çok seviyor. Evinde tam iki yıldır Türk bayrağı asılı. Çok şeker... ince bir insan... Belediyede pek çok festivaller, kutlamalar düzenliyor. Çok yönlü iyi bir sanatçı. Müzik de var, resim de... Aldığı teşekkür belgeleri, ödüller, gazete haberleri iki parmak kalınlığında iki dosya oluşturmuş. Juli Türkçe biliyor. Çok iyi öğrenmek için çabalıyor. Çok zeki biri.
Aynı zamanda Juli'ye merkezi Zürih'te olan "Uluslararasi Bilim ve Sanat Akademisi" tarafindan gecen yıl Doktora unvani verilmiş.
Asiye bu candan dost Juli'ye teşekkürlerini bildiren bir mail yazmış. Ama o kadar nezaket dolu kelimeler kullanmış ki, şakacı Juli gülerek dedi ki “Asiye ben değil google bile anlamadı.”
Serdar Ünver burada geçici süreyle kalıyormuş. Şiirleri pek çok edebiyat dergisinde yayınlanıyor. Vonyardvashegy ile ilgili bir kitap çıkarma hazırlığındaymış. Buraya yerleşmeyi bile düşünüyormuş. Otuz iki yaşında tren altına atlayarak intihar eden buranın en ünlü şairi ile ilgili bir de şiir yazmış. Belediye kültür binasında şiirlerinin yazılı olduğu köşeler var.
Macaristan Avrupa’nın düzlük ülkelerinden biri. Geniş bir ova. En yüksek dağları 1115 metre yüksekliğinde imiş. Şakacı Juli’nin kırık Türkçesi ile “Naasıl gururlanıyoruz...” demesi üzerine Serdar bey “Sakın yazmayın. Bir dağları bile yok! der gibi... küçümser gibi!..yazmayın, gücenirler.”diyor.
Bir sokak ötede Juli'nin annesi ve babası oturuyor. Annesi 78 yaşında ama hâlâ dinç, Maşallahı var, bakkala bisikletle gidip geliyor. Bizim yaşlılarımızı düşününce biraz burkuldum... Görmeye alışık olmadığımız bir durum.
Çok bereketli topraklara sahipler. Yörenin en güzel üzümleri burada yetişiyormuş ve şarap festivali düzenliyorlarmış her yıl. Herkesin evinin altında mahzeni var. Rakı ve şaraplarını kendileri yapıyorlar. Kutlamaları seviyorlar. Festivaller çok. Badem festivalleri de varmış. Badem ve ceviz çok yetişiyormuş. Asiye ile sabah yürüyüşlerimizde ağaçların dibinde bol bol ceviz bulduk. Kırdık kırdık yedik. Giderken eşim Hikmet gözümü bir korkuttu ki sormayın! “Orası çok soğuk olur. Üşüyeceksin, hasta olup geleceksin.” Korkudan iki valiz dolusu kazak götürdüm. Ama güzel Tanrım bana acımış olmalı ki hava on beş derece civarında idi genelde. Yani günlük... güneşlik...
Balaton gölü orta Avrupa’nın en büyük gölü imiş. Gölün çevresi trenle gezilebiliyor. Ve çevresinde bisikletle gezmeyi sevenler için de bisiklet yolu var. Sığ bir göl, en derin yeri üç metreyi geçmiyormuş. O yüzden çocuklu aileler tatil için daha çok tercih ediyorlarmış.
Gölün kıyısına gezmeye gittik. Şiir gibi, masal gibi... harika bir yer. Yemyeşil ağaçlarla ve ahşap heykellerle kaplı bir park. O heykellerin pek çoğunu zaten Juli'nin kardeşi yapmış. Sanatçı bir aile... Gölde çeşitli ördekler, kuşlar... kayıklar... Doğanın renk cümbüşü...Tatlı su balığı da avlıyorlarmış. Hayran oldum. Gidilesi, görülesi bir yer...
Burada yatay şehircilik mevcut. Çok kata izin verilmiyor. Geniş yeşillikler ve bahçeler arasında bir buçuk katlı villalar. Evlerin çatısı dik. Ben kar tutmasın diye yapıldığını sanıyordum. Oysa yerden kazanmak içinmiş. Yani çatı katlarını da kullanıyorlar. Kaldığımız otelde de odalarımız çatı katı idi. Ve pencere gökyüzüne doğru açılıyordu. Akşamları yattığım yerden yıldızları seyredebiliyordum. Geleneksel çatıları öyle hoş ki! Serçe parmağı kalınlığında saz kamışları elli santim kalınlığında üst üste bağlayarak oluşturuyorlar. Böylece hem kar, hem yağmur, hem de soğuk geçirmiyormuş. Yazın serin, kışın sıcak tutuyormuş. Yeni binalarda kırmızı kiremit, ya da bizdeki renkli şıngıl cinsi çatı kaplamaları kullanıyorlar.
Akşam eve dönerken mezarlık kenarından geçti yolumuz. Temiz, bakımlı... çiçek bahçesi gibi... Yol kenarlarında yabani mor menekşeler tatlı tatlı güneşe gülümsüyorlar. Badem ağaçları çiçek açmış gelin gibi süzülüyor. Köy olmasına rağmen bir tek başı boş köpek ya da başka hayvan göremiyoruz. Ama her evin bahçesinde bir köpek var. Yollar asfalt kaplı... tertemiz. En ufak bir çamur, çöp yok... Ahşap çok kullanıyorlar. Pek çok şey plastik değil ahşap kaplı, doğal... Özendim... Kendine özgü şirin evleri ile Anadolu'mun köylerini de böyle temiz, bakımlı, çamursuz hayâl ettim...
Devam edecek...
[email protected]
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.