1. YAZARLAR

  2. Zeynel KOZANOĞLU

  3. “BİR ÖMÜR BÖYLE GEÇTİ...”
Zeynel KOZANOĞLU

Zeynel KOZANOĞLU

Ortak Ses
Yazarın Tüm Yazıları >

“BİR ÖMÜR BÖYLE GEÇTİ...”

A+A-

 

BİR ÖMÜR BÖYLE GEÇTİ... Okulda Hep düşünmüşümdür. Ne güzel kitap adı olurdu. Ama benden daha önce davranan biri çıkmış. Ben de “Benden kırıntılar” derim. Evet, 1953 yılı yazında İstanbul’da geçirdiğim iki aydan bir kesiti sunsam ilgi duyan olur mu acaba?

Ankara’da Hasanoğlan Köy Enstiüsünde öğrenci idim. İstanbul’lu bir öğretmenimiz vardı. Türkçe öğretmenimiz Cudi Ertem dnyaca ünlü Tünel’i anlatmıştı bize... Karaköy’den Beyoğlu’ya işleyen bir çeşit yeraltı treniymiş.  Ve tarihi de pek eskiymiş. Öğretmenimiz “İstanbul’a yolunuz düşerse, gidin görün” demişti. Galata köprüsü’nden ötelerde bir yerden başlıyormuş.

İstanbul’a yolum düştü, önce Sarıyer’de öğretmenimi buldum. Beni motosikletiyle Kilyos’a doğru gezintiye çıkardı. Bir başka gün “Tüneli bir göreyim” dedim. İlkokuldan arkadaşım Kadir Kara ile gözümüzü kararttık ve Kazlıçeşme’den trene bindik. Sirkeci’den yürüyerek Galata Köprüsünün Karaköy yakasına geçtik. O acemi, ben acemi “Tünel” i aramaya koyulduk.

 İstanbul’un yabancısı olduğumuz bilinmesin, diye kimseye de soramadık. Sanki İstanbul’un yerlisi sanılmak insanın karnını doyururmuş gibi. Ya da zaten bizim dökülen üst başımızdan bu koca kentin büsbütün yabancısı olduğumuz anlaşılmıyormuş gibi...

 Çocukluk işte... O gün ayağımıza kara sular inmişti de tüneli bulamadan geri dönmüştük. 

Bu sonuçsuz arayıştan üç beş gün sonra Tünel’in üst başında bana bir iş bulunmuştu. Tünel’den çıkışta hemen karşı köşede bir muhallebici vardı. Burada çalıştım. İki görevim vardı. Birinci görevim, masalardan tabak ve çatal bıçakları toplayıp büyücek bir kova içinde arka sokakta mutfağa götürmek, oradan temizlerini alıp getirmekti.

Günde on beş - yirmi sefer yapıyordum. İkinci görevim can acıtıcıydı.

Her sabah işe gelir gelmez, önüme haşlanmış beş tavuk verirlerdi. Bunları lime lime ederek tavuklu pilav isteyen müşteriler için hazırlamak ilk işimdi. Ve bu işin acıtıcı olan tarafı şuydu ki, “Bal tutan parmağını yalar” kuralı burada işlemiyordu.

Ben tavukları parçalıyordum ve parçalarken de yutkunmaktan halsiz kalıyordum.

Arada sırada elimi şöyle yüzüme doğru yaklaştıracak olsam “Laaan!” diye haykıran bir dağlı tam karşımda bulaşıkları yıkıyordu. Tanrım! Bu insanlar hizmetine girdikleri adamın niye böylesine kulu kölesi olurlar? Sabahın köründe, İstanbul’un öte ucundan kalkıp gelmiş bir çocuk... Belki akşam yediğiyle duruyor, belki canı çok istedi.

Ağzına bir lokmacık tavuk eti atıverse kim kaç kuruşluk bir zarara uğrar?

Kimin yuvası sarsılır, ocağı söner? 

Sonraki yıllarda bu öfkeli bulaşıkçının benzerleriyle her yerde pek çok kereler karşılaştım. Kimi yerde polis kılığında... Kimi hastanelerin kapısında bekleyen hademe kılığında... Kimi siyasi bir kişiliğin yanında ve yakınında olarak...

Siz de böyleleri ile mutlaka karşılaşmış olacaksınız... Onlar kendilerine böyle bir görev verilmediği halde kendiliklerinden öne çıkarlar ve zenginin malını, zenginin haberi olmaksızın size karşı canları pahasına korumaya soyunurlar.

Kazancımı bekâr odasında yanında yattığım Hasan amcama teslim ediyordum. O da bana üç beş kuruş harçlık veriyordu. Hasan amca gencecikti ama aslında babamın amcasıydı. Tatil sona erdiğinde Ankara’ya döneceğim gün Hasan Amca bana paramı fazlasıyla vermekle kalmadı.

“Yediğin, içtiğin, yattığın da benden olsun” diyerek iki aya yakın süredir benim için harcadığı paraları hesaba katmadı. Cebime ayırdığı birkaç kuruş harçlığın dışında kalan bütün paramı ceketimin iç yüzünde bir yere eliyle güzelce dikti.

Sonra gözlerimden öpüp beni Ankara’ya uğurladı.

Nur içinde yat Hasan Amca! Sen ne iyi insandın!

 

Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.