Murat YAZAN

Murat YAZAN

platform
Yazarın Tüm Yazıları >

DİYET

A+A-

Bugün köşemi saygıdeğer Ömer Seyfettin ustaya ayırma ihtiyacı hissettim... Nurlar içinde yatsın...
Yorum da yapmayacağım...
 

DİYET (Tam Metin)

Dar kapısından başka aydınlık girecek hiç bir yeri olmayan dük­kânında, tek başına gece gündüz kıvılcımlar saçarak çalışan Koca Ali tıpkı kafese konmuş terbiyeli bir aslanı andırıyordu. Uzun boylu, iri pençeli, kalın pazulu, geniş omuzlu bir pehlivandı! On senedir bu ka­ranlık in içinde ham demirden dövdüğü kılıç namluları bütün Anado­lu’da, bütün Rumeli’de, serhat boylarında büyük bir nam kazanmıştı.

 

Hatta İstanbul’da bile yeniçeriler satın alacakları kamaların, saldırma­ların, yatağanların üstünde “Amel-i Ali Usta” damgasını arıyorlardı. O “çeliğe çifte su verme”sini biliyordu. Uzun kılıçlar değil, yaptığı kısa­cık bıçaklar bile iki kat olur, yine kırılmazdı. “Çifte su vermek”, sana­tının yalnız ona mahsus bir sırrıydı. Yanına çırak almaz, kimse ile çok konuşmaz, dükkânından dışarı çıkmaz… habire uğraşırdı. Bekârdı. Hı­sımı akrabası yoktu. Memleketin yabancısıydı. Kılıçtan, demirden, çe­likten, ateşten başka lâf bilmez, pazarlığa girişmez, müşterileri ne ve­rirse alırdı. Yalnız muharebe zamanlan ocağını söndürür, dükkânının kapısını kilitler, kaybolur, muharebeden sonra meydana çıkardı. Şehir­de ona dair birçok hikâyeler söylenirdi. Kimi “cellât elinden kaçmış bir çelebi”, kimi “sevgilisi öldüğü için vakitsiz dünyayı terk etmiş bir ga­rip” derdi. Siyah şahane gözlerinin yüksek bakışından, kibar tavrından, mağrur sükûnundan, düzgün sözlerinden onun öyle adî bir adam olma­dığı belliydi. Ama, kimdi? Nereliydi? Nereden gelmişti? Bunları bilen yoktu. Halk kendisini seviyordu. Şehirde böyle meşhur bir ustanın bulunması herkes için ayrı bir iftihardı:

– Bizim Ali…

–   Bizim koca usta…

–   Dünyada eşi yoktur…

– Zülfikar’ın sırrı ondadır!

derlerdi. Koca Ali, en kalın, en katı demirleri mısır yaprağı gibi incel­ten, kâğıt gibi yumuşatan sanatını kimseden öğrenmemiş, kendi kendi­ne bulmuştu. Daha on iki yaşındayken sert bir beylerbeyi olan babası­nın başı vurulmuş, öksüz kalmıştı. Amcası çok zengindi. Debdebeli bir vezirdi. Onu yanına aldı. Okutmak istedi. Belki devlet katında yetişti­recek, büyük mevkilere çıkacaktı. Fakat Ali’nin mizacında “başkasına minnettar kalmak” ihtimali derin bir elem sızlatıyordu. “Ben kimseye eyvallah etmeyeceğim” dedi. Bir gece amcasının konağından kaçtı. Serseri bir adsız gibi dağlar, tepeler, dereler aştı. İsmini bilmediği memleketler dolaştı. Nihayet Erzurum’da ihtiyar bir demircinin yanı­na girdi. Otuz yaşına kadar Anadolu’da uğramadığı şehir kalmadı. Kimseye boyun eğmedi. Minnettar kalmadı. Ekmeğini taştan çıkardı. Alnının teriyle kazandı. Çok çalıştı. Emsalsiz işler meydana getirdi. Pek az kazanca kanaat etti. İçinde “mukaddes ateş”ten bir şule bulunan her mucit gibi para için değil, sanatı, sanatının zevki için çalışıyordu. “Çeliğe çifte su vermek” onun aşkıydı. Gönüllü gibi muharebelere git­tiği zamanlar yeniçerilerin, sipahilerin, sekbanların içinde “Ali Usta işi”nin methini işittikçe tadı dille anlatılmaz manevî bir zevk duyardı. Ölünceye kadar böyle hiç durmadan çalışırsa daha birkaç bin gaziye kırılmaz kılıçlar, kalkanlar parçalayan çelik yatağanlar, zırhları kesen ağır saldırmalar yapacaktı. Bunu düşündükçe gülümser, tatlı tatlı yüre­ği çarpar, ruhundan kopan bir hamleyle örsünün üzerinde milyonlarca kıvılcımlar tutuştururdu.

-Tak!

– Tak, tak!

–   Tak, tak…

İşte bugün de sabah namazından beri durmadan on saat uğraşmış­tı. Dövdüğü eğri namluyu örsünün yanındaki su fıçısına daldırdı. Oca­ğının sönmeğe başlayan ateşine baktı. Çekici bırakan eliyle terlerini sildi. Kapıya döndü. Karşıki mescitte hazin hazin akşam ezanı okunu­yor, bacasının tepesindeki yuvada leylekler nihayetsiz bir takırtı kopa­rıyorlardı. İkindi abdesti daha duruyordu. Yalnız ellerini yıkadı. Kuru­ladı. Yenlerini indirdi. Saltasını omzuna attı. Dışarıya çıktı. Kapısını iyice çekti. Kilitlemeğe lüzum görmezdi. Uzun meydandan mescide doğru yürüdü. Şehrin kenarındaki bu mütevazı mabede hep fakirler ge­lirdi. Minaresi sokağa bakan küçük bir pencereydi. Müezzin buradan başını çıkarır, ezanını okurdu.

Koca Ali mescide girince her vakitkinden fazla kalabalık gördü. Daima üç kandil yakılırken bu akşam ramazan gibi bütün kandiller yanmıştı. Daha namaz safları dizilmemişti. Kapının yanına çöktü. Ya­nında alçak sesle konuşanların sözlerine istemeye istemeye kulak ka­barttı. Konya’dan iki garip derviş geldiğini, yatsı zamanına kadar Mes­nevi okuyacaklarını duydu.

Akşam namazı kılınıp bittikten sonra cemaatin bir kısmı çıktı.

Koca Ali yerinden oynamadı. Zaten biraz başı ağrıyordu. “Mes­nevi dinler, açılırım!” dedi. Büyük bir huzûr içinde, iki garip dervişin ruhu ürperten nağmeleriyle gaşyoldu. Her âşık gibi onun kalbinde de nihayetsiz bir vecd, bir heyecan, bir galeyan istidadı vardı. En küçük bir vesileyle coşardı. Mânâsını anlamadığı bu lisanın uhrevî ahengi onun sakin kanını sular altında saklı derin bir girdap gibi kaynattı. Her tarafı sebepsiz bir sarsıntı ile titriyor, sökülmez bir hıçkırık boğazına takılır gibi oluyordu. Yatsı namazını kıldıktan sonra mescitten çıkınca doğru dükkânına giremedi. Yürüdü. Uykusu yoktu. Ilık, yıldızlı bir yaz gecesiydi. Samanuğrusu sarı altın tozundan nihayetsiz bir bulut gibi göğün bir tarafından öbür tarafına uzanıyordu. Yürüdü. Yürüdü. Şehir­den mandıralara giden yolun geçtiği tahta köprüde durdu. Kenara da­yandı. Geniş derenin dibine akseden yıldızlar nurdan çakıl taşları gibi parlıyor, şırıldıyordu. Kenarlardaki karanlık top söğütlerde bülbüller ötüyordu. Daldı. Gitti. Saatlerce kımıldamadı. Dinlediği nağmelerin ruhunda kalan ahenklerini işitiyor, tıpkı mescitte gibi gaşyoluyordu. Ansızın arkasından bir ses:

–  Kimdir o? diye bağırdı.

Daldığı tatlı âlemden uyandı. Döndü. Köprünün öbür tarafında iki üç karaltı ilerliyordu. Gayr-i ihtiyarî cevap verdi:

– Yabancı yok!

– Kimsin?

– Ali…

– Hangi Ali?

Gölgeler yaklaştılar. Bir adım kalınca onu kıyafetinden tanıdılar:

– Koca Ali… Koca Ali, be…

– Sen misin Ali Usta?

– Benim!

– Ne arıyorsun bu vakit buralarda?

–  Hiç.

– Nasıl hiç? Suya çekicini mi düşürdün yoksa…

_!

Bunlar şehir subaşısının adamları, dizdarlardı. Kol geziyorlardı.  Ne cevap vereceğini şaşırdı. Geceleri afyon yutan bu serseriler ehl-i ırzlar nazarında hırsızlardan, uğursuzlardan daha korkunçtu. Kendile­rinden başka dışarıda bir gezeni yakaladılar mı, dayaktan canını çıkartırlardı. Ama, ona fena muameleler etmediler. Dizdarbaşı:

– Ali Usta, sen deli mi oldun?

dedi.

– Yok…

–  Böyle gece yarısına yakın değil, hatta yatsıdan sonra sokakta, bahusus böyle şehir kenarında kimsenin dolaşmasına ağamızın razı ol­madığını bilmiyor musun?

– Biliyorum.

–  Ee, ne arıyorsun buralarda?

– Hiç…

– Nasıl hiç?

Koca Ali yine cevap veremedi. Dizdarlar onun namuslu bir adam olduğunu biliyorlardı. Hırpalamadılar. Yalnız:

– Haydi yerine git. Dolaşma… dediler.

Geldiği yollardan hızlı hızlı dönen Koca Ali ruhunda demin din­lediği ahengi tekrar buluyordu. Bülbüller keskin keskin ötüyor, uzak­tan mandıraların köpekleri havlıyorlardı. Sokakta hiç kimseye rast gel­medi. Dükkânının önüne gelince durdu. Bacasının üstündeki leylek uyumamış, kefenli bir hayal gibi ayakta duruyordu. Kapısı aralıktı. Çı­karken sıkı sıkıya kapadığını hatırladı.

– Tuhaf, rüzgâr açmış olacak.

dedi. Dükkânında örsü ile çekicinden başka kıymetli şeysi yoktu. Bun­lar da çalınmağa değmezdi. Kimsenin işine yaramazdı ki hırsız aşır­mak zahmetine girsin…

İçerden kapıyı sürmeledi. Dizdarların müdahalesi canını sıkmıştı. İşte, şehirde yaşamak da bir türlü esirlikti. Hâlbuki dağ başında, köy­de sanatı geçmezdi. Birden ağır bir yorgunluk duydu. Kandilini yak­mağa üşendi. Ocağın soluna gelen alçak musandıraya el yordamıyla çıktı. Büyük bir ayı pöstekisinden ibaret olan yatakçığına uzandı.

*

*    *

Sıçrayarak uyandı. Kapısı vuruluyordu. Uyku sersemliği ile:

– Kim o? diye haykırdı.

– Aç, çabuk…

Sabah olmuştu. Kapının aralıklarında bembeyaz ziya çizgileri parlıyordu. O hiç böyle dalıp kalmaz, güneş doğmadan uyanırdı. Doğ­ruldu. Musandıradan atladı. Ayakkabılarını bulmadan yürüdü. Hızla sürmeyi çekti. Birdenbire açılan kapının dükkânı dolduran aydınlığı içinde palabıyıklı, yüksek kavuklu dizdarbaşıyı gördü. Arkasında keçe külâhlı, çifte hançerli genç yamakları da duruyorlardı. “Ne var?” gibi yüzlerine baktı. Dizdarbaşı:

– Ali Usta, dükkânı arayacağız… dedi. Koca Ali hayretle sordu:

– Niçin?

– Bu gece Budak Bey’in mandırasında hırsızlık olmuş.

–    Ee, bana ne?..

– Onun için işte dükkânı arayacağız.

– O hırsızlıktan bana ne?

–  Hırsızlar çaldıkları bir kuzuyu köprünün altında kesmişler. Me­şin keselerin içindeki paraları alarak bir tanesini oraya bırakmışlar.

– Bana ne?

–  O keselerden bir tanesini de bu sabah senin dükkânın önünde bulduk. Sonra… şu eşiğe bak. Kan lekeleri var!

Koca Ali kamaşan gözleriyle kapısının temiz eşiğine baktı. Haki­katen el kadar bir kan lekesi sürülmüştü. O, bu kırmızı lekeye dalgın dalgın bakarken palabıyıklı dizdar:

– Hem bu gece geç vakit ben seni köprünün üstünde gördüm. Ora­da ne arıyordun?

dedi.

Koca Ali yine verecek bir cevap bulamadı. Önüne baktı.

– Arayın…

diye geri çekildi. Dizdarla yamakları dükkâna girdiler. Örsün yanından geçen başağa haykırdı:

–   Ay, işte, işte…

– !

Koca Ali gayr-i ihtiyarî dizdarın baktığı tarafa gözlerini çevirdi. Yeni yüzülmüş bir deri gördü. Şaşırdı. Yamaklar hemen deriyi yerden kaldırdılar. Açtılar. Daha ıslaktı. Bir ağalarının bir de mücrimin yüzü­ne bakıyorlardı. Dizdarbaşı hiddetlenerek sordu:

– Çaldığın paralan nereye sakladın?

–   Ben para çalmadım.

– İnkâr etme, işte kuzunun derisi dükkânında çıktı.

– Bu deriyi ben buraya koymadım.

– Ya kim koydu?

– Bilmiyorum.

Koca Ali zaten çok lâkırdı söyleyemezdi. Subaşının karşısına çı­kartıldığı zaman da, gece geç vakit köprünün üstünde ne aradığını an­latamadı. Dizdarların bulduğu bütün deliller aleyhine çıkıyordu. Bu­dak Bey’in yeni sattığı beş yüz koyun ücreti de mandıradan çalınmış­tı, İki kuvvetli hırsız bekçi çobanı sımsıkı bağlamışlardı. Sonra canını çıkarıncaya kadar dövmüşler, hatta işkence için bir kolunu da kırmış­lardı. Ertesi gün hâkimin huzurunda bu çoban hırsızın birini Koca Ali’ye benzettiğini söyledi. Gece geç vakte kadar dükkânına gelmeme­si, derinin dükkânda, para keselerinden birinin kapısı önünde bulun­ması Koca Ali’nin ithamına kâfi geldi. Ne kadar inkâr etse hırsızlığı te­vil götürmüyordu. Zaten hükümetçe nereden geldiği, nereli olduğu belli değildi.

Sol kolunun kesilmesine karar verildi.

Koca Ali bu kararı duyunca ömründe ilk defa olarak sarardı. Du­daklarını ısırdı. Kazaya rızadan başka çare yoktu! Sendeleyerek ayağa kalktı. Hâkime dik bir sesle:

– Kolumu bırakın, kafamı kesin!

diye rica etti. Bu ömründe onun ilk ricasıydı. Fakat ihtiyar hâkim çok âdildi:

– Hayır oğlum, dedi, sen adam öldürmedin. Eğer çobanı öldürseydin o vakit kafan giderdi. Ceza kabahate göredir. Sen yalnız hırsızlık ettin. Kolun kopacak. Hak böyle istiyor. Şeriatın kestiği yer acımaz…

Koca Ali’nin kolu kafasından çok kıymetliydi. Çeliğe “çifte su”yu bu iki kol sayesinde veriyor, bu iki el sayesinde serhatlerde dö­vüşen binlerce gazilere çelik kalkanları kıran, ağır zırhlıları yırtan, de­mir tolgaları ikiye biçen tüy gibi hafif kılıçlar yetiştiriyor, yok pahası­na, pir aşkına çalışıyordu.

Onu Ağa Kapısında dizdarların odası altına kapadılar. Kısas gü­nünü burada bekliyor, hiç sesini çıkarmıyor, çolak kalınca örsünün ba­şında çekiç vuramayacağını düşünerek mabudu ölen bir mümin mate­mini duyuyordu. Kolunun diyetini verecek on parası yoktu. Şimdiye kadar para için çalışmamıştı.

…Bütün şehir halkı Koca Ali gibi mahir bir ustanın kolu kesilece­ğine acıdı. Bu kadar yakışıklı, mert, çalışkan, kuvvetli, güzel bir ada­mın ölünceye kadar sakat sürünmesine en duygusuz vicdanlar bile da­yanamıyordu.

İşte herkes onu seviyordu.

Sipahiler kendilerine pek ucuz kılıç döven bu adamı kurtarmayı sözleştiler. Şehrin en büyük zengini Hacı Mehmet’e müracaat ettiler; bu adam Karun kadar mal sahibi olduğu hâlde son derece hasisti. Hâ­lâ şehrin pazar yerinde, küçük bir dükkânda kasaplık yapıyordu. Dü­şündü, taşındı, nazlandı. Suratını ekşitti. Başını salladı. Ama sipahiler­le hoş geçinmek lâzımdı:

– Mademki siz istiyorsunuz, dedi, ben onun kolu için diyet veri­rim. Ama bir şartla…

– Ne gibi?

diye sordular.

– Varın kendine söyleyin. Eğer ben ölünceye kadar bana bedava hizmetçilik, çıraklık etmeğe razı olursa…

– Pekâlâ, pekâlâ…

…Sipahiler Ağa Kapısına koştular. Hacı kasabın teklifini Koca Ali’ye söylediler. O evvelâ “kasaplık bilmediğini” ortaya sürdü. Kabul etmek istemiyordu. Sipahiler

– Adam sen de! Kasaplık iş mi? O kadar harp gördün. Kılıç salla­dın. Bağlı koyunu yere yatırıp kesemez misin?

diye ısrar ettiler.

“Kula kul olmak” fâni dünyada “birisine minnettar kalmak” azap­ların en ağırıydı.

O, daha pek gençken, vezir amcasının lütfunu bile çekememiş, minnettar kalmamak için, aile ocağından kaçmış, gurbet ellerine atıl­mıştı. Şimdi kör talihi onu bak kime köle edecekti?

Sipahiler:

– Hacının yaşı yetmişi aşmış… Zaten daha ne kadar yaşar ki… O ölünce yine sen hür kalır, bize kılıç yaparsın. Haydi, düşünme usta, dü­şünme! diyorlardı.

   *

*   *

Hacı kasap, kesilecek kolun diyetini hâkime saydığı gün Koca Ali’yi arkasına taktı. Dükkâna getirdi. Bu adam gayet titiz, gayet huy­suz, gayet berbat bir ihtiyardı. Hiç durmadan dır dır söylenirdi. Hasis­liğinden şimdiye kadar bir hizmetçi, bir çırak tutamamıştı. Koca Ali’yi eline geçirince hemen dükkânının köşesine bir set yerleştirdi. Üstüne bir şilte koydu. Geçti, oraya oturdu. Her şeyi ona yaptırmağa başladı. Ama her şeyi… Sabah namazından beş saat evvel şehirden iki saat öte­deki mandırasından o gün satılacak koyunları ona getirtiyor, ona kes­tiriyor, ona yüzdürüyor, ona parçalattırıyor, ona sattırıyor… Ta akşam namazına kadar durmadan emirler veriyordu. Zavallıya verdiği yalnız bulgur çorbasıydı. Bazen kendi artıklarını köpeğe verir gibi önüne atardı. Geceleri dükkânı baştan aşağı yıkatıyor, uykuya yatırmadan er­tesi sabah için koyun getirmek üzere mandırasına yolluyordu. Odunu­nu bile ormandan ona kestiriyor, suyunu ona taşıtıyor, her işi, her işini ona gördürüyordu. Hatta evinin bahçesindeki lâğım kuyusunu bile ona ayıklattı.

Koca Ali, sade suya bulgur çorbasıyla bu kadar zahmetlere yıllar­ca göğüs gerebilecekti. Fakat Hacı kasabın ikide bir:

– Ulan Ali… Kolunun diyetini ben verdim. Yoksa çolak kalacak­tın.

diye yaptığı iyiliği tekrarlamasını çekemiyordu.

Bir gün, iki gün, üç gün dişini sıktı. Durmadan çalıştı. Gece uyu­madı. Gündüz koştu. Efendisinin karşısında el pençe divan durdu. Yi­ne:

– Kolunun diyetini ben verdim.

–   Şimdi çolak kalacaktın ha…

– Benim sayemde kolun var.

Hacı kasap âdeta bu sözleri “aferin” tarzında diline pelesenk et­mişti. Her emrinin icrasından sonra kır sakallı, çirkin, sıska suratını ek­şiterek mavi çukur gözleriyle onu tepeden tırnağa süzer, “Aklında tut, benim esirimsin!” gibi, verdiği diyeti hatırlatırdı. Koca Ali susar, kal­binin yırtıldığını, göğsüne sıcak sıcak bir şeyler yayıldığını, kilitlenen çenelerinin çatırdadığını, şakaklarının attığını duyardı. Geceleri uyuyamıyor, gündüzleri uğraşırken, mandıraya gidip gelirken, salhanede koyunları yüzerken, müşterilere et keserken “Ne yapacağım, ne yapa­cağım?” diye düşünüyor, hiçbir şeye karar veremiyordu. Dünyada kimseye eyvallah etmeyerek kanaatle, gururunun saadeti içinde yaşamak isterken başına gelen bu belâ neydi?

Kaçmayı namusuna yediremiyordu.

İşte o vakit sahiden hırsızlık etmiş olacaktı.

Fakat bu herifin ikide bir de bu yaptığını başa kakmasına taham­mül… ölümden pek güç, ölümden pek acı, ölümden pek ağırdı…

*

*   *

Hacı kasaba köle olduğunun tam haftasıydı. Günlerden cumaydı. Yine erkenden mandıraya gitmiş, koyunları getirmiş, salhanede yüz­müş, dükkândaki çengellere asmıştı. Tezgâhın solundaki büyük yağlı siyah taşta satırları biliyor, yine: “Ne yapacağım, ne yapacağım?” diye düşünüyor, dudaklarını ısırıyordu. Daha efendisi gelmemişti. Satırları bitirince büyük bıçakları bilemeğe başladı. “Ne yapacağım, ne yapaca­ğım?” hülyasına öyle dalmıştı ki… kasabın geldiğini duymadı. Ansızın uğursuzun boğuk sesi yüreğini ağzına getirdi:

– Ne yapıyorsun be?

Döndü. Efendisi köşesine oturmuş, çubuğunu tüttürüyordu.

– Bıçakları biliyorum.

dedi.

– Hay tembel, miskin hay… Sabahtan beri ne yaptın?

Cevap vermedi. Kapakları çürümüş bu küçük, bu hain, bu yılan gözlere kıpmadan baktı, baktı. İhtiyar beklemediği bu acı bakıştan kız­dı. Sordu:

– Ne yapıyorsun?

Koca Ali sesini çıkarmıyor, bir hafta içinde belki beş senelik hiz­metini durup dinlenmeden gördüğü hâlde kendini yine “tembel, mis­kin” diye tahkir etmeğe sıkılmayan bu kötü insanı ezici bir bakışla sü­züyordu. Yine kalbi yırtılır gibi oluyor, göğsüne sıcak bir şeyler yayı­lıyor, çeneleri kitleniyor, şakakları zonkluyordu. Bir anda bu titreme durdu. Koca Ali gözlerini açtı. Bir hafta buna nasıl tahammül etmişti? Şaşırdı. Hacı kasap çubuğu yanına bıraktı. Hizmetçisinin bu ağır bakı­şından kurtuluvermiş gibi dırlandı:

      – Kolunun diyetini benim verdiğimi unutuyorsun galiba, dedi, ben olmasam şimdi çolak kalacaktın…

 

 

Koca Ali yine cevap vermedi. Acı acı gülümsedi. Kızardı. Sonra birden sarardı. Hızla döndü. Bilediği satırların en büyüğünü kaptı. Sı­valı kolunu yüksek kıyma kütüğünün üstüne koydu. Kaldırdığı ağır sa­tırı öyle bir indirdi ki… O anda kopan kolunu tuttu. Gördüğü şeyin deh­şetinden gözleri dışarı fırlayan Hacı kasabın önüne:

-Al bakalım, şu diyetini verdiğin şeyi! diye hızla fırlattı. Sonra esvabının kolsuz kalan yenini sıkı bir düğüm yaptı. Dükkândan çıktı.

Onun vaktiyle geldiği yer gibi, şimdi gittiği yeri de şehirde kim­se öğrenemedi.

(Yeni Mecmua, C. 2, S.27, 10 K.sani 1918/10 Ocak 1918, s.16-19.)


 

 

 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.