Duaya katran katmak!
Sen öğrenene kadar ders devam edecek!
6 Şubat sabahı ve daha sonra yaşananlara bakıldığında, geçen 24 yılda hiç ders alınmadığını gördük. Aslında 24 yıl sonra hiçbir ders alınmadığı gerçeğiyle yüzleştik. Sadece beton bloklarla değil, değerlerin de çürüdüğü, çöktüğü gerçeğiyle yüzleştik!
Deprem oldu, yer yerinde oynadı. Yüzyılın en büyük felaketini yaşıyoruz. Binlerce yuva yıkıldı, binlerce insanımız enkaz altında kaldı, binlerce ocak söndü. Hal böyle iken, birbirimizle kucaklaşıp yaralarımızı sarmamız, birliğimizi pekiştirecek sözler söylememiz gerekirken, küfrün, hakaretin aşağılamanın değersizleştirmenin haddi hesabı yok.
Hizmet yerine laf yetiştirme çabası var. Enkaz altındaki yaralıları zamanında çıkarma yerine, birilerine cevap verme gayreti var. Çare bulmakla yükümlü olanların, eksikleri dile getirenlere hakaret ederek kendilerini suçsuz çıkarma çabası var. Söylemlerde kabalık, saygısızlık, üstten bakış, aşağılama, iftira atma, vicdansızlık, hakaret var.
Alinur Aktaş Meclis toplantısında, “Kahramanmaraş merkezli depreme bakınca, son 50 yılın fotoğrafını görüyorsunuz!” diyor.
Ya öyle mi, istatistikler ne diyor? Gene olarak bakıldığında binaların yüzde 50’den fazlası 2000 yılı ve sonrası yapılmış. Yıkılan üç-beş yıllık binalar var…
17 Ağustos depremi sonrası, “Deprem kader diyerek geçiştirilemez. Deprem felaketi kötü yönetimin sonucudur. Sorumlulardan hesap sorulmalıdır.” denirken, bu gün, “Bunlar, kader planının içerisinde olan şeyler.” denebiliyor.
Uzmanlar, “Yapı süreci devam ederken denetleme sürecinde de yanlışlar olduğunu gördük. O kadar söyledik, bunu dinletemedik, kimse dikkate almadı. Bu deprem bir büyük sistemin de enkaz altında kaldığını gösterdi. Bu depremde sadece binalar çökmedi. Bu depremde büyük sisteminin kazasını gördük. İmar barışı, yanlış yer seçimi, denetleme ihmalini, tedbirler yerine torpile işlerin görülmesi…” diyor.
Üst seviyelerde ağır hakaret ve küfür söylemleri ile ekranlarda deprem konusunun sürekli tartışılması toplumda kaygıyı artırmaktadır. İnsanlar oturdukları evin, çocuklarının gittiği okulun depreme dayanıklılığı konusunda endişe yaşamakta, her konuşma dönüp dolaşıp bina güvenliğine gelmektedir.
Erdek’te bulunan yazlık binamızın güvenli olup olmadığının öğrenilmesi için WhatsApp gurubunda bir tartışma yaşandı. Eminim ki bu tartışmalar genel olarak her yerde yaşanmaktadır. İnsanlar kaygılanmaktan haklı da.
Ne var ki burada bilimsel verileri, uzmanlarına danışarak elde etmek yerine maliyete düşürmek ya da kendi doğrularına göre çözüm arama düşüncesindeler. Bilimsel verilere dayanmayan hiçbir tetkik doğru sonuç oluşturmaz. Zira, eğri cetvelle doğru çizgi çizilmez!
Uzun yazışmalarda Mimar Zeliha Hanımın önerileri yerine konuyla pek fazla ilgisi olmayan komşuların önerileri kabul gördü.
Tartışmaya Engin Beyin “Bizim sorun farklı. Hasta yoğun bakımda! Biz hala tahlile zaman geçiriyoruz!” sözleri işin ciddiyetini özetliyordu.
Bana gönderilen bir mesajda “Felaket rahmet habercisidir. Varlığı kıymetlendiren yokluktur. Ne dem baki, ne gam baki, biliyoruz. Ve O’nun vaadidir, haktır iman ediyoruz. Her darlık bir bolluğa gebedir. Umuyoruz nimeti, nimeti vereni. Musibetler hatırlatır, nasihat eder. Bazen lütufa bazen kahıra.” yazıyordu.
Aynı gün gelen bir başka videoda da 1999 depremi ile ilgili bir sohbette sakallı bir hoca efendi “Halk korktu, telaş etti sokağa çıktı.” Birini kastederek, “Bundan yardım istediler. O da zelzeleye doğru hitap etti. ‘Ey zelzele, sen Allah’ın bir mahlûkusun. Allah’tan seni sakinleştirmesini dilerim.’ dedi. Zelzele kendi nisanı haliyle ona cevap verdi. Dedi ki, ‘Sana itaat olunmakla emrolundum!’ dedi ve zelzele bitti.”
Deprem Allah'ınsa ilim de Allah'ın. Neden ilime önem vermeyiz? Neden binalar depreme uygun yapılmaz?
Hastalık Allah'tan geliyor diye doktora gitmiyor muyuz? Sadece dua mı ediyoruz? Dua ederek mi iyileşmeye çalışıyoruz? Doktora gidiyor muyuz? Tabi ki evet.
Engin Beyin yazısına istinaden, “Engin bey, şöyle nefesi kuvvetli bir hoca bulup okutsak, hasta yoğun bakımdan çıkar mı?” diye ironik bir soru sordum. O da cevaben “Araştıralım, neden olmasın, bilim adamından çok din adamı var. Elbet vardır nefesi kuvvetli bir hoca!” yazdı.
Asr-ı Saadet döneminde yaşanmış bir hikayeyle bitirmek istiyorum.
Bir zaman, yaşlı bir kadının biricik devesi uyuz oldu. Ölürse bütün işleri altüst olacak, bağına, bahçesine giderken eşyasını yükleyecek vasıtadan mahrum kalacaktı. Devesinin iyileşmesi için sürekli dua etti. Yine devesinin ot yemeyip, su içmediğini, iskelet hâline geldiğini görünce üzüntüsü bir kat daha arttı. Ellerini açmış dua ederken bir taraftan ağlıyordu. Bu sırada Peygamber Efendimiz, ashabıyla birlikte oradan geçmekteydi. Yaşlı kadının ağladığını görünce sordu:
“Ey Allah’ın kulu, niçin gözyaşı döküp ağlıyorsun?”
Kadın titrek sesle cevap verdi:
“Devem için ağlıyorum. O benim her şeyim. Ya ölürse halim ne olur? Hastalıktan kurtarması için Rabbime günlerdir el açıp dua ediyorum, fakat bir türlü kabul edilmiyor.”
Tebessüm eden Peygamber Efendimiz şöyle cevap verdi:
“Kabul olmasını istiyorsan duana biraz da katran kat!”
Ne demekti duasına katran katmak? Nihayet anlar gibi oldu. (O dönemde uyuzun ilacı katrandır.) Komşularından katran bulan kadın, devesine önce iyice bir katran sürdü. Sonra da ellerini açıp duaya başladı. Uyuz yaralarındaki mikroplar tümüyle öldü, böylece deve uyuzdan kurtulmuş oldu.
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.