1. YAZARLAR

  2. Fazlı KÖKSAL

  3. Gezi Notları (II) Berlin: Yarısı doğu, yarısı batı, arası Türkiye
Fazlı KÖKSAL

Fazlı KÖKSAL

Ortak Ses
Yazarın Tüm Yazıları >

Gezi Notları (II) Berlin: Yarısı doğu, yarısı batı, arası Türkiye

A+A-

24 Temmuz 2019 günü saat 10 sularında Berlin Havaalanı'na inip valizleri alınca, rezervasyon yaptırdığımız otele gitmek üzere taksi durağında ilk sırada duran taksiye yöneldik. Taksi şoförü “Amca valizi alayım” diyerek elimdeki valizi aldı... O anda ya şoförün Türkçe konuştuğunu anlamamış, ya da Türkiye’de olduğumuzu sanmış olacağım ki hiç şaşırmadım... Şoföre meramını daha iyi anlatsın, yolu tarif etsin diye kızıma ön koltuğa oturmasını söyledim, eşimle ben arka koltuklara geçtik... Şoför ortalama bir Türkün muhafazakâr yaklaşımıyla “öne sen geçseydin amca” deyince idrak edebildim şoförün Türk olduğunu... Yol boyunca şoför anlattı biz dinledik... Almanların yabancılara ve Türklere yaklaşımı, Alman ekonomisi, Avrupa’da yükselen ırkçılık, Türkler arasında artan milliyetçi yaklaşımlar, Berlin’de görülmesi gereken yerler, Avrupa Birliğinin geleceği... Yaklaşık 20 dakika hiç susmadı desek yeridir... Bir bakıma Avrupa, Almanya ve Berlin hakkında kısa bir konferans dinledik… Bazı söylediklerinden yararlandık da... Şu cümlesi hâlâ aklımda; “18 yıldır Berlin’de taksi şoförlüğü yapıyorum, Berlin’e gelen her Türk ailesi bir tanıdığının evine gider. İlk kez otele giden bir Türk aile görüyorum.”

Konaklayacağımız otel Kreuzberg bölgesinde bir ailenin işlettiği butik otel; Hotel Johann. Otele yerleştik... Bu otelde de klima yok... Küçük ama dekorasyonu ile hoş bir otel…Ama otel işleticilerinin klasik Alman soğukluğundaki yaklaşımları, Amsterdam’daki otelde görev yapan kadın görevlilerinin sevecen tavırlarından sonra çok soğuk geldi…

Gezi programımızı daha önceden yapmıştık. 24 Temmuz 2019 günü Berlin Duvarı’nın, Berlin Duvarı’na yapılan resimlerin bulunduğu açık hava müzelerini, 25 Temmuz 2019 günü de Parlamento Binası’nı, Urban Nation’u, Pergamon Müzesi’ni ve Yahudi Müzesi’ni gezecektik…

Otele yerleştikten sonra Berlin Duvarının kalıntılarının, Berlin Duvarı Anıtının bulunduğu Bernauer Caddesi gitmek üzere otelden çıktık... Yolda bir yandan haritayı incelerken, durağın nerede olduğunu hangi otobüse bineceğimizi tartışıyorduk. Modern giyimli bir hanımefendi bize seslendi; size yardımcı olabilir miyim? Berlin’e geleli bir saat olmadan ikinci kez Türkçe hitapla karşılaşmak bizi şaşırttı... Gideceğimiz yeri söyleyerek nasıl gidebileceğimizi sorduk? O bölgeyi pek bilmediği için yardımcı olamadı. Ancak müzeler bölgesi hakkında ayrıntılı bilgi verdi. Evine çay-kahve içmeye davet etti.

Friedrichshain-Kreuzberg’dan, Berlin Duvarının kalıntılarının açık bir modern sanat müzesi gibi kullanıldığı Bernauer Caddesinde civarındaki Berlin Duvarı Anıtı Bölgesine gitmek için otobüse bineceğiz. Ama otobüs şoförü İngilizce bilmediği için meramımızı anlatamıyoruz. Bu arada eşim “İngilizce bilmiyor herhalde” deyince, şoför Türkçe “Binin, binin içeride anlatırsınız” dedi... Binince de “Neden Türkçe sormadınız?” diye yarı ciddi yarı şaka çıkıştı... Ben de, “Haklısınız, Berlin Türkiye gibi... Geleli 3 saat olmadı karşılaştığımı üçüncü Türksünüz.” dedim. İçeride nereye gideceğimizi etraflıca anlattık… O da bineceğimiz tramvaya en yakın yerin son durak olduğunu söyledi… Şoför daha sonra bizimle sohbete başladı. Diğer yolcuların tepki göstereceklerinden çekinerek biz sohbeti kısa tutmaya çalışmamıza rağmen, o sohbeti uzattıkça uzattı... Otobüsün son durağı, trene bineceğimiz yere çok yakınmış. Son durakta indikten sonra, şoföre teşekkür edip vedalaştık, haritanın gösterdiği tramvay istasyonunu aramaya başladık... Haritada gözüken yere gelmemize rağmen durağı bulamıyorduk... Meğer tramvay durağı dört katlı alışveriş merkezinin en üst katındaymış... Sormadan, birisinin yardımı olmadan bulmak mümkün değildi... Dört katlı bir binanın dördüncü katından geçen tramvay... Hala aklım almıyor…

Tramvaydan inip gezmeye başlamadan önce bir İtalyan restoranında pizza yedik…

Berlin duvarının kalıntılarının, döneme ait fotoğrafların ve bölgeyi izlemeye mahsus bir kulenin bulunduğu, Berlin Duvarı’nın yıkılışını simgeleyen ‘Balanceakt’ adlı anıt, aynı zamanda duvarın bazı kalıntılarını da kapsıyor. Bölgenin bugünkü hali bile ürkütücü... O günlerin bir daha yaşanmaması için anıt haline getirilen duvar parçaları, arasında asfalt ve çimen parçaları ile güzel bir görsellik katılmış. Yerlere zaman zaman “Berliner Mauer 1961-1989” yazısı yer alan bronzdan levhalar konmuş. Yer yer bazı tabelalar ve açıklayıcı afişlerde duvara ilişkin bilgilere yer verilmiş. İkinci Dünya Savaşından sonra Berlin ABD nüfus bölgesi ve Rus nüfus bölgesi olarak ikiye bölünmüş... Bilinenin, akılda kalanın aksine Doğu Berlin ABD, Batı Berlin de Rus kontrolünde kalmış... Daha sonra Almanya Doğu Almanya ve Batı Almanya olarak ikiye bölününce de Doğu Berlin Batı Almanya’da, Batı Berlin de Doğu Almanya’da kalmış…

Kentin iki bölümü arasına duvarlar çekilmiş... Duvarları aşarak Batı Almanya’ya (Doğu Berlin’e) kaçmak isteyen yüzlerce insan öldürülmüş… Bu duvar yıllarca baskının, ayrılığın, özlemin simgesi haline gelmiş… Ve 1989 yılında bu duvarlar yıkılmış... Uzunca bir süre sonra da Doğu ve Batı Almanya birleşmiş..

Berlin Duvarı Anıtı bölgesini gezdikten sonra, otobüsle East Side Gallery’e geldik… Bu bölgeyi de özel kılan, yine Berlin Duvarı kalıntıları... Berlin Duvarının Spree Nehrine paralel uzanan kalıntıları üzerine, birbirinden ilginç resimler yapılarak bir sanat galerisine dönüştürülmüş… Barış, kardeşlik, baskıya direnme, insan sevgisi, diktatörlüğe eleştiri, hürriyet ve özgürlük resimlerin ana temaları… En fazla ilgiyi, dudak dudağa öpüşerek Berlin Duvarı’nın yıkılmasını Rus usulü kutlayan Brejnev ile Doğu Alman Lider Honocker’in fotoğrafından yapılmış resim görüyor... İnsanlar resmin önünde fotoğraf çektirebilmek için kuyruk oluşturmuşlar. O kuyrukta bekleyip fotoğraf çektirmeyi gözüm yemedi… O resmin önünde yalnız kızım fotoğraf çektirebildi...

Berlin duvarının kalıntılarının yer aldığı iki bölgeden “Berlin Duvarı Anıtı” ne kadar ölümü hatırlatıyorsa, East Side Galery’nin bulunduğu bölüm o kadar yaşamı hatırlatıyor... Tezer Özlü’nün dediği gibi “Hiçbir kent insana Berlin kadar ölümü, hiçbir kent insana Berlin kadar yaşamı hatırlatmıyor.”[i]

Spree Nehri ile  East Side Gallery arasında yer alan parkta epeyce oturduk... Ama o park ve civarı Avrupa’da gördüğüm en pis yerlerden biriydi… Her taraf çöp... Bira şişeleri... Yiyecek ambalajları… Parkta otururken, yanımızdan çok sayıda Türkçe konuşan insan geçti... Otele dönerken otobüsten indiğimiz durağın karşısında bizi bir sürpriz daha bekliyordu... Durağın karşısındaki ışıklı bir tabelada “Alsancak Simit Sarayı” yazıyordu. Saat 23.00 civarıydı... İçimden bir “Türk çayı ne güzel olurdu” diye geçirdim. Ama çalışanlar işyerini temizliyorlardı, mekânı kapatmak üzerelerdi... “Yarın kahvaltıyı burada yapıyoruz.” dedik eşimle aynı anda.. Otele geldiğimizde yorgunluktan bitmiş bir haldeydik... Başımızı yastığa koyar koymaz uyumuşuz...

25 Temmuz 2019 sabahı kalkar kalkmaz kahvaltı için “Alsancak Simit Sarayı”nın yolunu tuttuk. Menüden; dört-beş çeşit peynir, yeşil ve siyah zeytin, bal - kaymak ve simitten oluşan Yörük Kahvaltısını seçtik. Ayrıca bir menemen söyledik... Dört gündür istediğimiz gibi çay içmemiştik... Çay üstüne çay içtik... Hepsi çok güzeldi... Fiyatlar da çok uygundu... Çalışanlarla Türkçe konuşmanın ve müşterilerinin büyük çoğunluğunun Türk olmasının verdiği rahatlık da cabası...

Berlin’deki ikinci günümüzde ilk durağımız Parlamento Binası idi. Parlamento Binası Cam Kubbeli muhteşem bir bina… Bina belirli zamanlarda müze gibi gezilebiliyor. Ama geldiğimizde bilet kalmamıştı, içeri giremedik. Binanın etrafını ve bahçesini dolaşarak bazı fotoğraflar çekinmekle yetinmek zorunda kaldık…

Parlamento binasının içine giremeyince Urban Nation’a yöneldik. Çoğunlukla duvar resmi sanatçılarının çalışmalarından oluşan müzenin bir odasında, ünlülerin sanata ilişkin sözlerini de içeren, ziyaretçilerin de katkılarıyla oluşan bir bölüm vardı… Orada Atatürk’ün “Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından birisi kopmuştur” sözünü görmek duygulandırdı bizi... Çok ilgi çekici, farklı boyutta resimlerin olduğu bu küçük müzede, resimlere bakıp kendi kendimize yorumlar yaparken yanımıza gelen bayan güvenlik görevlisi, “Berlin’de mi oturuyorsunuz, Türkiye’den mi geldiniz?” diye Türkçe sorunca şaşırmadık... Berlin’in yurtdışındaki bir Türk kenti olduğunu kabullenmiştik…

Türk güvenlik görevlisi ile uzun uzun sohbet ettik... Berlin’deki Türklerin birbiri ile dayanışma halinde olduklarını, kendisinin Almanya’da doğup büyümesine, ikinci kuşak bir Türk olmasına rağmen Almanya’da kalmayı düşünmediğini, çocuklarının da Türkçe’yi çok iyi konuştuklarını, düzenli aralıklarla Türkiye’ye gittiklerini, Berlin Türk toplumu olarak Türklüklerini muhafazaya önem verdiklerini anlattı... Bir Türk’ün Berlin’de kaybolmasının söz konusu olmayacağını, Berlin’deki taksi şoförlerini %60’ının Türk olduğunu, kalanların da büyük bölümünün Türkçe bildiğini, herhangi bir taksi şoföründen Türkçe yardım alınabileceğini söyledi… Bu sohbetten sonra ona teşekkür edip vedalaşarak, Pergamon Müzesine gitmek üzere yola koyulduk...

Pergamon Müzesi'nin bilet gişesinde uzun bir kuyruk vardı... Eşimle biz bankoda oturup etrafı izlerken kızım bilet kuyruğuna girdi… Yaklaşık yarım saat sonra, elinde biletlerle dönerken “Biletler paketmiş, iki seçenek vardı; birincisi Pergamon ve iki sergi, diğeri Pergamon ve 4 müze daha. Ben de beş müze için olan bileti aldım. Müzelerin kapanış saati olan 20.00’ye kadar beş müzeyi gezmemiz mümkün gözükmüyor. Yahudi müzesine de gitmemiz mümkün olmayacak.” dedi... Pergamon Müzesi dışında Neues Müzesi, Altes Müzesi, Bode Müzesi ve National Galeri için biletimiz vardı...

İlk Pergamon Müzesinden başladık. Pergamon Müzesi tamamı Türkiye başta olma üzere Orta Doğu’dan getirilen tarihi eserlerden oluşuyor… Zaten adını ve ününü de Bergama’dan getirilen tarihi eserlerden alıyor… Eserlerin büyük bölümü resmi izinle, Sultan 2. Abdülhamit’in fermanı ile Almanya’ya hediye edilmiş… Bir kısmı da izinsiz kaçırılmış… 

Müzeye girdiğinizde sizi Urartu Aslanları karşılıyor... Girişteki ilk bölüm, Doğu Anadolu ve Irak’tan getirilmiş Urartu eserlerinden oluşuyor… Ondan sonra, çok zevkli ve uyumlu bir çalışma ile İştar Kapısı ve Maşatta sarayının dış cephesinden oluşan  Babil'in alay yolu Milet Pazar Kapısı Bergama sunağına bağlanmış... Bu üç eser de birbirinden görkemli… Kelimeler veya fotoğraflar ihtişamı anlatmakta kifayetsiz kalır... Bergama Sunağı ve Milat Pazar Kapısı Türkiye’den, Babil’lerden kalma İştar Kapısı Irak’tan ve Maşatta Sarayı’nın duvar kaplamaları Ürdün’den getirilmiş… Tabii bu eserlerin getirildiği tarihte gerek Irak gerekse Ürdün Osmanlı toprağı… 

Müzenin üst katı İslami dönem eserlerine ayrılmış… Mihraplar, halılar, seramikler, cam eşyalar bu bölümdeki eserlerden... Bu bölümde en dikkatimi çeken eserlerden birisi, Konya'da 13. yüzyılda yapılan Beyhekim Camisi'nin çini mozaikli mihrabı oldu. Bu  mihrap 1907 yılında Konya’dan Ankara’ya getirilmiş... Yasa dışı yollarla (?) getirildiğini söyleyenler de var, padişah fermanı ile hediye edildiğini söyleyen de var. Ama en güçlü iddia bazı kırık bölümleri, onarıldıktan sonra iade edilmek üzere verildiği iddiası… Akıl alacak gibi değil… Ayrıca el yazması Kuran’lar, cam, seramik, tahta oymanın en mükemmel örnekleri… Halılar, hat ve tezhip örnekleri...

Bu eserleri seyrederken içiniz sızlıyor... Ama Irak’taki heykel ve resimlerin büyük bölümünün Selefi Müslüman(!)larca (İŞİD ve benzerleri) tamamen imha edildiğini hatırlayınca, en azından Urartu eserleri ile İştar Kapısı iyi ki getirilmiş diye düşünmeden edemiyorsunuz...

Pergamon’tan saat 14.30’da çıktık... İnternetten müze civarındaki lokantaları araştırdık... Kupfergraben caddesindeki Restaurant Jolly isimli Çin lokantası hakkında çok olumlu yorumlar vardı... O lokantaya gittik… Çorba, Pekin Ördeği, Tavuk, Dana mini biftek, pirinç pilavı ve tatlıdan oluşan üç kişilik menüyü seçtik… Pekin Çorbası ismiyle sunulan çorba bizim Arabaşı çorbasına benziyordu, tavuk veya ördek eti ile pişirilmişti, daha farklı baharatlarla tatlandırılmıştı, tek kelime ile muhteşemdi. Tavuk yemeği çok farklı pişirilmişti, pişirilirken damağımıza yabancı ama çok leziz baharatlarla tatlandırılmış ve yumuşatılmıştı. Yer yer mantarla süslenmişti. Çok yumuşaktı, damağınızda eriyordu… Dana elips şeklinde kesilmiş köfte büyüklüğünde biftek parçalarından oluşuyordu, sos içerisinde pişirilmişti. Farklı, egzotik bir tadı vardı. Pekin Ördeği de pişirildikten sonra ince ince dilimlenmişti. Bu üç yemek üç üstü kapalı sahanda getirildi… Yanında da küçük bir tencere pilav... Yemekler üç kişi için çok çok fazlaydı... Beş kişi çok rahat doyardı. Normal şartlarda yarısından fazlasının artması lazımdı... Ama dediğim gibi yemekler çok lezizdi... Bu nedenle pilavın yarısı ve tavuğun çok azı dışında tamamını sildik süpürdük... Yemeğin üzerine de tatlı olarak kızartılmış, kızartıldıktan sonra şerbete batırılmış muz, yanında da dondurma geldi... Hayatımın en güzel yemeğiydi desem mübalağa olur, ama son yıllarda yediğim en güzel yemekti... Berlin’e gideceklere bu restoranı hararetle tavsiye ederim...

Yemekten sonra Neous Müzesine gittik... Neous Müzesi gerek mekan gerek sergilenen eserler açısından üç ana bölümden oluşuyor; Mısır Müzesi ve Papirüs Koleksiyonu, Prehistorya ve Eski Çağ Tarihi Koleksiyonu ve Antik Eserler Koleksiyonu. Bu müzenin en dikkat çekici bölümü Mısır eserleri; mumyalar, papirüsler, heykeller... Mumya filmi beni çok etkilemişti... Burada da Mısır eserlerini izlerken ürpermedim desem yalan olur...

National Galeri’ye daha fazla zaman ayırabilmek için, Neous Müzesi'ne çok hızlı bir şekilde gezdik... İyi de yapmışız. Çünkü 16.00’da başladığımız National Galeri gezisini müzenin kapanış saati olan 20:00’ye kadar ancak tamamlayabildik... Müzeden en son ayrılan ziyaretçiler biz olduk...

National Galeri’yi bir resim-heykel müzesi  hatta resim müzesi olarak tanımlamak mümkün... Müzede empresyonist ressamlar başta olmak üzere, ekspresyonist, realist ve romantik ressamların ünlü resimlerini görmek mümkün... Bir resmin önünden geçerken eşim “Kaplumbağa Terbiyecisi’ne ne kadar benziyor.” dedi... Bunun üzerine tablonun tanıtım etiketine baktım... Osman Hamdi Bey’in "Sokaktaki İranlı Halı Tüccarı" isimli tablosuydu...

Türk Müzeciliğinin kurucusu, Ressam Osman Hamdi Beyin tablosunu Gauguin, Manet, Monet, Matisse, Degas,  Cezanne, Van Gogh, Rambrant, Renoir, Adolph Menzel, Gustav Caillebott gibi ünlü ressamlarına eserleri arasında görmek ne mutluluktu... Keşke 4-5 ressamımızın daha eserleri buz müzede olsaydı... Biz de kendimizden geçmiş şekilde; bu Şeker Ahmet Paşa’nın, bu Nuri İyem’in, bu Salih Acar’ın, bu İbrahim Çallı’nın, bu Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun, bu Mihri Müşfik’in, bu Eren Eyüboğlu’nun diyebilseydik... O kadar ünlü, o kadar güzel tablolar vardı ki… İzlerken zamanın nasıl geçtiğini anlayabiliyorsunuz... Ayrıca Rodin gibi ünlü heykeltıraştan heykeller... Müzede bir grup kadın, nü heykellerin yanına iskemleye oturmuş, heykellere bakarak karakalem çizimler yapıyorlardı.  Hayatımın en güzel ve en hızlı akan dört saatini burada geçirdim desem abartmış mı olurum? Bilmiyorum.…  Aslında bu müzeyi gezmek için ideal süre bence 2 gün... Hiç olmazsa tam bir gün... Biz en az 10-15 saatte gezilecek müzeyi 4 saat gibi bir sürede gezmeye çalıştık... Biletimiz olmasına rağmen süre dolduğu için Altes Müzesi ile Bode Müzesi’ni gezemedik...

Müzeden çıkıştan sonra kısa bir yürüyüşten sonra otobüse bindik, otelimize en yakın duraktan yani Alsancak Simit Sarayı’nın önünde otobüsten indik...  Alsancak Simit Sarayı’nı görünce otele gitmeden birer Türk çayı daha içelim dedik... Bir, iki ve üçüncü çayı da içtik... Simit sarayının işletmecisi ve Almanya’ya 1976 yılında birlikte geldikleri arkadaşı ile epey sohbet ettik.. Ertesi günü trenle Prag’a gidecektik, kahvaltıda yemek üzere birer poğaça vb. alalım dedik... Simitçi birazdan dükkânı kapatacağız, yarın sabah da yeni ürünler çıkacak, diyerek 3-5 simit parası alarak, ne kadar poğaça, açma, tahinli varsa bir poşete doldurmuş... Ertesi gün boyunca onları yedik...

Otele gelir gelmez yattık... 26 Temmuz 2019 sabahı valizleri toparlar toparlamaz, otelle hesabı kestik ve resepsiyon memuru olarak da çalışan otel işletmecisinden bir taksi çağırmasını rica ettik... Taksi şoförü sarışın uzun boylu birisi idi... Bu kez şoförümüz Alman diye düşünürken, şoför bize Türkçe “Nereye gidiyoruz?” diye sordu... Bir Türk şoförle başlayan Berlin yolculuğumuz bir Türk şoförle sona eriyordu...

Tezer Özlü, “Yaşamın Ucuna Yolculuk” adlı kitabında Berlin’i “Yarısı doğu, yarısı batı, arası Türkiye olan kent” olarak tanımlar. Berlin’i görmeden bu cümlenin anlamını anlamamıştım... Trenden Berlin’e son kez bakarken Tezer Özlü’nün tespitinin ne kadar doğru olduğunu düşündüm...

(i) Tezer ÖZLÜ, Yaşamın Ucuna Yolculuk, YKY Yayınları 32. Baskı, İstanbul 2018, s. 15 Yesterday.

Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.