Güller içinde güzel Nahçıvan'a düştük...
Oofff sevmiyorum bu anı... ne unuttum telaşı... Yani bir yere gitmeden önceki sıkıntılı durum... Bavula onu koydum mu? Şunu aldım mı, yoksa unuttum mu? Uçakta taşıma hakkım olan kiloyu aştım mı? Önce bavulsuz tartıl... sonra elinde bavulla tartıl... Kiloyu ayarla... Danimarkalılar bu duruma seyahat ateşi diyorlarmış...
Neyse her şeyimi hazırladım. III.Uluslararası Resim Festivali için Nahçıvan'a gidiyorum. Sağ olsun canım eşim Hikmet her seferinde kıyamaz bana ve saat kaç olursa olsun havaalanına götürür; Dönünce de karşılar...
İzmir-Ankara, Ankara-Iğdır uçakla, Iğdır Dilucu sınır kapısından otobüsle Nahçıvan'a gideceğiz. Daha ekonomik oluyor. Çünkü onlarda benzin ucuz... İki buçuk saatlik otobüs yolculuğu bilet parası 10.-TL...
Mersin'den Olga Eren, Nevin Aytekin ve Fethiye'den Mine Sarmış Caylak ile Ankara'da buluşup öyle yola devam edeceğiz.
Sınır kapısında gümrükten geçiyoruz Nahçıvanlılar burada daha ucuz diye çuval çuval soğan patates alıp götürüyorlar. Bu duruma şaşan Olga "Bir daha buraya gelirsek cezerye mezerye getirmeyelim. Patates soğan getirelim yeter" dedi. Nahçıvan otogarına geldik. Bir taksi şoförü bizi otele götürecek ama bir yolcusu varmış onu bırakıp bizi götürecekmiş. "Abla bir adam var onu düşürüp gelecem, sonra sizi düşürecem" dedi. Bizim kızlar gözlerini faltaşı gibi açmış bana baktılar. Gülmemek için kendimi zor tuttum. Çünkü onlar "Bırakmak" "İnmek" anlamında kullanıyorlar "Düşürmek" sözünü. "Arkadaşlar Nahçıvan'a düştük" dedim ve açıkladım durumu.
Otele vardık, özür... düştük... Azerbaycan, Gürcistan, Kazakistan'dan arkadaşlar geldikçe sevgi ile birbirimize sarılıyoruz. Nahçıvan'da Türkçe ve Rusça konuşuluyor. Türkçe bilmeyenler için benim canım kızım Olga'm bize hep tercüme ediyor...
Kazakistan'dan Rufina Saripova, Bakü'den Ilgar Akbarov, İran'dan Saeed Ayyami, Nahçıvan'dan Murad Nurlu , Habib Allahverdiyev , Habibe Allahverdiyev , Eldar Zeynalov ve daha pek çok arkadaş... yabancılık çekmiyoruz. Büyük bir grup tanışıyoruz, zaten diğerleri ile de hemen kaynaşıverdik.
Nahçıvan-Azerbaycan Ressamlar Birliği başkanı, milletvekili, Unesco Dünya Ressamlık akademisi üyesi Ulviyya Hamzayeva ise çok değerli bir insan... güzel insan... iyi bir anne... iyi bir ressam... Geçen festivalden tanıyor ve çok seviyorum onu... sanki Nahçıvan'daki kızım gibi...
Nahçıvanlılar Türkçe konuşuyorlar ama bazı kelimeler ve kullanıldığı yerler bize göre ufak tefek farklılık gösterebiliyor. Elbet anlıyoruz birbirimizi... Örneğin "kişi salonu-kuaför, erzak-bakkal demek. Otelde 3. kat yerine 3. mertebe yazıyor. Kahvaltı-seher yemeği, Öğle yemeği-nahar yemeği, akşam yemeğine ise şam yemeği diyorlar. Afiyet olsun ise "nuş olsun".
Ertesi sabah festival başlayacak. Otobüse binme saatimiz sekizbuçuk imiş. Vuqar M-Yev genç ressam ve televizyon yönetmeni. Çok sempatik pırıl pırıl bir genç. Sık sık şakalaşıyoruz, gülüşüyoruz... "Hülya abla sabah dokuzun yarısında burda toplanacaz" diyor. "Dokuz buçuk mu?" diyorum. "Yok dokuzun yarısı" diyor. Allah Allah anlamıyorum. "Dokuz bir de yarım mı?..." "Yok dokuzun yarısı..." Tövbe tövbe... Neyse en sonunda anlaştık. Meğer sekiz buçuk demekmiş. Yani tamamlanmamış, yarım olan dokuz... Sonunda anladım ama Vugar'ı da biraz terlettim...
Sabah önce ulu önder Haydar Aliyev'in heykeline gül koyduk. Oradan Haydar Aliyev müzesini, Nahçıvan Devlet Halı Müzesi'ni ve Tarih Müzesi'ni, Behruz Kengerli Müzesi'ni gezdik.
Festival Behruz Kengerli ressamlar parkı açılışı ile başladı. Behruz Kengerli 1892/1922 yıllarında yaşamış Azerbaycan ve Nahçıvan'ın en önemli ressamı. Realist sanatın öncülerinden ve bir akım başlatmış. Ayrıca savaş yıllarında sattığı resimlerin parası ile kimsesiz çocukları okutan ve henüz otuz yaşında iken ölen bir halk kahramanı o. Açılışa Nahçıvan Alî Meclis Başkanı Vasif Talıbov da katıldı. Yani Cumhurbaşkanı. Sedr de diyorlar.
Açılışta benden bir konuşma istediler. "Biz iki devlet bir milletiz. Burada bir acı olsa Türkiye'de benim yüreğim yanar. Zor günler geçirdiğimiz şu günlerde benim ülkemde de bir acı olsa bilirim ki buradaki kardeşlerimin yüreği yanar..." sözlerim pek çok izleyicinin duygulanmasına ve gözyaşlarına neden oldu... Park açılışı sonrası Alî Meclis Başkanı'nın sarayında yemeğe davetliydik...
Oraya İsrail tohumu hiç girmiyor. Bütün ürünler yerli ve organik. Yediğimiz domateslerin ve salatalıkların kokusu mis gibi, unuttuğumuz cinstendi. Garsonlardan birinden bana bir domates vermesini rica ettim. İzmir'e getirip tohumundan üreteceğim. Benimki de iş!.. Cumhurbaşkanının sofrasından domates istiyorum... Baktım gelmiyor masadaki domatesi çantama atıverdim...
Huylu huyundan vaz geçer mi? Elbet orada da bol bol gülüyorum. Dağıstanlı Fatima baktım "hihi.. hihi" deyip duruyor ve gülüyor. Meğer Ahvah dilinde "hi" armut demekmiş. Ben "hihi.." dedikçe "armut, armut" anlarmış. Gülüştük. Epeyce de şaka konumuz oldu....
Mümine hatun türbesini, Nuh peygamberin mezarını, açık hava müzesini gezdik. Mutlaka görülmeye değer tarih ve mimarlık harikası yerler. Ve elbet her yer gül bahçesi... Mis gibi kokulu güller...
Haca dağının diğer adı da Gemikaya ve ilanlı dağ... Öyküsü ise şöyle... Nuh'un gemisinin sel tufanında bir dağın tepesine takılıp kalması ile boğulmaktan kurtulmuşlar ya... Haca oyuk demekmiş ve dağın tepesinde V şeklinde bir oyuk var. Oraya geminin altının takıldığına inanılıyor ve Gemikaya adı da oradan geliyormuş. "İlanlı dağ" ise aslında "İnançlı dağ" imiş. Gemi kayaya oturunca, her yer su içinde... Nuh peygamber "İnançlı dağ" demiş. Ve zaman içinde ilanlı dağa dönüşmüş. Nuh peygamberin mezarı-türbesi ise zaman içinde kaybolmuş. Behruz Kengerli'nin resimlerinden yola çıkarak bulmuşlar ve bu günkü haline getirmişler. Ulviyya geçen festivale gittiğimde bana "Hülya abla ressamlarımızdan tarihimizi öğreniyoruz" demişti. Demek bunu kastetmiş...
Eshab-ı kehf (yedi uyurlar) dağına gittik. Hem doğal güzellik olarak, hem de manevi açıdan huzur veren bir yer... Muhteşem doğa güzelliğinde çayımızı içtik. Dualarımızı ettik...
Üçüncü gün Elice qala (kale) sına çalışmaya gideceğiz. Acelem var, asansör bekliyorum. Beşinci katta oyalandı... bekledikçe öfkeleniyorum. Neyse geldi... kapı açıldı...hızla içeri dalacağım, baktım bizimkiler sekiz-dokuz kişi doluşmuşlar Vusal Rahim'in elinde telefon, selfi çekeceğiz diye cebelleşiyorlar... bir de bana "gel gel" diyorlar. "Hadi be" dedim yolladım... kızayım mı, güleyim mi bilemedim...
Elice kalesi kente tepeden bakan muhteşem bir yer. Bir yandan da Haca dağına bakıyor. Timur kaleyi almak için çok savaşmış. Sonunda "Elini çek" demişler ve adı "Elice Kalesi" kalmış. Muhteşem dağ manzarasında şövalelerimizi kurduk, resimlere başladık. Ben Haca dağını resmettim. Pek çok arkadaş iki bin basamak çıkıp kaleye ulaştı. Orada resmini yaptı. Benim o kadar merdiveni çıkmayı gözüm kesmedi. Diğer sempatik kardeşim, bizim bol bol fotoğrafımızı çeken televizyonda rejisör-yönetmen Arzu Novruzov ise karşı tepeye çıktı. Orada çalıştı.
Geçen festivalde röportajımı alan Nahçıvan Devlet Televizyonu Ntv.'den güzel spiker kızımız beni görünce tanıdı. Sohbet ettik. Arkasından bir de röportaj yaptık.
Sarışın güler yüzlü ve çok güzel bir hanım var. "Hoş geldiniz" diyor. Sarılıyoruz. Sohbet ediyorum. Kanım kaynıyor, seviyorum. Törenlerde konuşmalar yapıyor. Demek değerli ve önemli biri. Son gün sergide törende de plaketleri o veriyor. Plaketimi alınca sarılıyoruz ve karşılıklı birbirimizi çok sevdiğimizi yeniliyoruz. Sonradan öğreniyorum ki Kültür ve Turizm bakanı Natevan Qedimova imiş. Ve Azerbaycan'da ilk kadın bakanmış. Şimdi onu hemcinsim olarak daha da çok seviyorum...
Son gezimiz Duz Dağı'na (tuz mağarası) idi. Çankırı'da da var, henüz görmedim ama Nahçıvan'dakini ikinci kez görüyordum. Pek çok alerji ve astım hastalığına iyi geliyor. Hekim eşliğinde orada konaklayarak tedavi olunabiliyor. Ayrıca radyosyonu da toplayarak zararından koruyor. Yerden tuz parçaları toplayıp çantama attım. Evde bir kadehin içinde televizyonun yanına koyacağım. Tuzun kokusu olduğunu ilk orada duydum. Önce içerisi havasız sandım. Ancak sonra şifa veren tuz kokusu olduğunu öğrendim. Hemşire odasının kapısında "tıp bacısı" yazıyor. Ne güzel, güven veren bir ad...
Son akşam İlgar Akbarov'un yaş gününü kutladık. Şarkılar, türküler söyledik, şiirler okuduk.
Dostluk kardeşlik kumbarama yenileri eklenmiş olarak ayrıldık. Yeniden birlikte olmak üzere sözleştik, birbirimizi davet ettik... Nahçıvan çok güzel ve medeniyet, kültür, sanat kokan, görülmesi gereken bir yer... Bizim insanımız... Dostuz, kardeşiz... İki devlet bir milletiz... Bize bu güzellikleri yaşatan, davet eden Nahçıvan Ressamlarlar Birliği tüm üyelerine ve emeği geçen herkese tek tek teşekkür ediyorum.
Sabah Olga, Nevin, Mine ve ben yola çıktık. Sohbet ede ede yol alıyoruz ama içimizde ayrılığın hüznü, burukluk var. Yolda yalan olmasın belki yüzlerce leylek gördük. Anası, yavrusu, yemek yerken, uçarken, kaçarken... elektrik direklerinin tepesinde, yuvasında... Hatta öyle ilginç ki direklerin her katmanına bir yuva kurmuş kimileri ve bir direkte üç dört yuva. Apartman gibi... Eeee bu da ne demek oluyor...
Allah Hikmet'ime sabır versin, sağlık versin, güç kuvvet versin... hani hep beni o yolcu edecek ya...
Hülya Sezgin/ [email protected]
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.