KANUN DEVLETİ
Kanun devleti ile hukuk devleti aynı değildir. Kanun parlamento çoğunluğu tarafından yapılan iktidarın hedeflerine hizmet ediyorsa kanun devletidir. Yani çoğunluk iktidarlarında oluşturulacak kanunlarla her yolun yine kanunlarla mubah kılınabileceği sistemdir. İşte tam da bu noktada hukuk devletinden tamamen ayrılır. Bir devletin hukuk devleti olabilmesi için hak ve hukuku gözetmesi, keyfî hareket etmemesi gerekir. Kanun devleti şeklen kanunlara uygun şekilde yönetilmekle birlikte, bu kanunların evrensel hukuk ilkelerine uygun olması konusunda bir endişesi olmayan, onları hukukun en büyük ideali olan adalete ulaşmak için değil, gücü altındakileri ezmek için kullanan devlet yapısıdır. Toplum, bir taraftan iyi hukuk kuralı isterken, bir taraftan da dürüst, eşit ve istikrarlı uygulamayı, bu yolla da adaletin gerçekleştiğini görmek ister. Keyfi "yapboz tahtası" niteliği taşıyan sürekli kanun değişiklikleri, toplum ve bireyde hukuka ve adalete inançsızlığın ortaya çıkmasına yol açar. Kanunu, hukukun evrensel ilke ve esaslarını gözetmek suretiyle çıkardığınızda "hukuk" kavramının varlığından bahsedilebilir. Şekli manada unsurları tamam olup yasalaştırılan düzenlemeler, hukukun ve adaletin amaç olduğu bir anlayışa hizmet ettikleri takdirde "kanun" olabilirler. Yargı bağımsız ve tarafsız olup, hukukun evrensel ilke ve esasları ışığında kabul edilen hukuk kurallarını tatbik etmek suretiyle bireyin bireyle, bireyin toplumla veya devletle yaşadığı ihtilafları çözer. Hangi masum ve görünürde iyi amaçla olursa olsun, keyfiliğin kol gezdiği, hukuk kurallarının göz ardı edildiği yerde "hukuk düzeni" olmaz. Adil yargılanma hakkı, masumiyet karnesi, mesken dokunulmazlığı, teşebbüs hürriyeti, düşünce özgürlüğü ile basın hürriyeti demokratik hukuk devletinin temelidir. Temel hak ve hürriyetlerin güvence altında olduğu hukukun gerçek bağımsız olduğu yürütmenin emrinde olmayan yargı hukuk devletidir.
Hukukun kişilere hukukî güvenlik sağlayamadığı toplumlarda sosyal, ekonomik ve kültürel gelişme olmaz. Çünkü bu toplumlarda itibar ve servet, hukukî güvenlik olmadığı için, çalışmaya değil, devleti ele geçirmeye bağlı olarak paylaşılır. Devletin ele geçirilmesi ile, itibar ve servet de el değiştirir. İtibar ve servetin yolu çalışmaktan değil, devlete sahip olmaktan geçiyorsa, insanlar mesaisini, sosyal, ekonomik, bilimsel, kültürel, edebî ve sanatsal değerler üretmek için değil, devleti ele geçirmek için veya en azından devleti ele geçirenlere yakın olmak için harcarlar.
Yüksek burjuvazisi henüz teşekkül etmemiş, sadece işçi, memur ve gazetecilerin değil, sanayici, ithalatçı ,ihracatçı ve iş adamlarının bile devlet eline baktığı bir ülkede tam manası ile demokrasi mümkün değildi. Yani hem devletçi hem demokratik olunamaz ve henüz dörtte üçü okuma yazma bilmeyen bir ülkede çağdaş medeniyet seviyesinde bir hürriyet nizamı kurmak, hürriyet şairlerini coşturan bir güzel hayal olmaktan öteye geçemezdi. Bizim buralarda burjuvazi, toplumu dönüştürmek yerine toplum tarafından sindirilmiştir. Haliyle tutarsız, hatta kaypaktır. Hiç bir zaman bağımsız olmamıştır.
Her şeyin başı devlettir bu ülkede. Muktedir devlet geleneği, tıpkı gökte devasa fırtına bulutu gibi, en lüks villadan en mütevazi gece konuya kadar, her evin üzerine çökmüştür. Bu yalıyı el alalım mesela. Yunus Paşa adlı Hırvat asıllı devşirme tarafından yaptırılmıştı Osmanlı zamanında. Paşa bir sebeple gözden düşünce evvelden onu şımartan devlet bu kez malına mülküne el koyarak daha sadık birine devrilivermişti. Üstünden yüzyıllar geçmiş olsa da bugünün üst sınıfı benzer şeylerin tekrarlanabileceği korkusunu hala taşır. Zengini de, zenginlik heveslisi de, aşırı zengini de aynı derecede kaygılıdır. İnsanların mevkileri, kudretleri, servetleri, hepsi büyük oranda devletle ilişkilerine bağlıdır.
Sosyolog Charles Tilly bir makalesinde devlet ile mafya arasında bir benzerlik kurar. Tilly’e göre bu iki yapılanmanın ortak yanı, bir takım tehditlere karşı güvenliği sağlamak vaadiyle bizden “koruma ücreti” talep etmesidir. Üstelik iki oluşum da tehdit algısını sürekli canlı tutarak koruma hizmetinin “gerekliliğinden” dem vurur. Zira eğer herhangi bir tehdit yoksa, mafyanın da devletin de kendi nüfuzunu pekiştirmesi mümkün değildir. Öyleyse tehdit algısını devamlı diri tutmak, hatta gerektiğinde tehdidi yaratmak gerekir.
Tabii ki arada farklar vardır: Devlet yalnızca şiddete dayanmaz, tek sunduğu hizmet koruma değildir. Bireysel değil kamusal çıkarlara hizmet eder ve hukukun üstünlüğü çerçevesinde işlev gösterir. Ancak kulağa hoş gelen bu siyasi kuramlar bir yana bırakılıp modern devlet inşasının gerçek tarihine bakıldığında, “meşru” ile “gayrimeşru” ayrımının -özellikle de örgütlü şiddet kullanımı bağlamında- silikleştiğini görmek mümkündür. Tilly’e göre özellikle de eğer vatandaşa yönelik olduğu iddia edilen tehditler devletin kendi faaliyetleri sonucunda meydana geliyorsa, ortada düpedüz bir haraç mekanizması vardır. Devletler dâhilî ve haricî tehdit algısını körükledikleri ve bizzat yarattıkları ölçüde mafya örgütlenmesinden tamamıyla farksız hâle gelirler. Bunu önlemek için siyasetten arındırılmış tam bağımsız bir hukuk sistemine ihtiyaç vardır. Kanun devleti değil hukuk devleti bireyi güçlü devletten ancak korur.
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.