Kopenhag yolunda
Bir zaman önce Çankırılı bir kişi Internet ortamında benden söz edecekken “Tuzu kuru” demişti. Ne zaman, nerede “hüsn-ü kabul” görmesem o yaklaşımından dolayı bugün bile o kişiyi kınarım. Kopenhag’a dün geldik ya, İzmir’den uçağa binişimizde karşılaştığımız tedirgin edici durumu anlatayım da tuzum kuru mu yoksa, ıslak mı siz karar verin.
Üç kişi uçak yolcusuyuz. Hayruş, ben ve bir de Anıl’ımız. Kopenhag Üniversitesini önümüzdeki bahara bitirecek torunumuz… Gözümüzün bebeği.
Bagaj hakkımız altmış kilo. Evde yükümüzü tarttık. Yirmi kilo fazlamız var. Sıradan biri iseniz, havaananında allem eder kallem edersiniz. Biraz acındırır, biraz kafa tutarsınız, daha olmadı, görevliyi tehdit edersiniz, “Lanet olsun, hadi uçun” dedirtirsiniz.
Ancak uygar bir uçak yolcusu ne yapar? İnternet üzerinden şirketin adresine girer. Fazla yükü için kaç lira gerekiyorsa parayı kredi kartı ile öder. Ve gönül rahatlığı ile alanın yolunu tutar. Evet, şimdi bavullarımız tartıldı. Tam tamına yetmiş dokuz kilo yedi yüz gram…
Görevli arkadaş ne dese beğenirsiniz? “Yirmi kilo fazlanız var…”
Deveye hendek atlatma maratonu böylece başladı. Görevli kişinin sığındığı tek yol “Ben burada göremiyorum” demek oluyor. Ancak kiminle dans ettiğinin farkında değil. Karşısında Danimarka’da doğmuş büyümüş bir ateş parçası, Anıl Bülent Biçkin var. Ve Anıl’ın cebindeki telefon ayaklı bilgisayardan farksız…
Anıl çocuğum cep telefonu ile şirketin müşteri hizmetleri servisini arıyor. Servis elemanı ile bu görevliyi görüştürüyor. Yük anlaşmazlığı zor da olsun çözülüyor.
Ancak bu anlaşmazlık yükümüzle sınırlı olsa iyi. Görevli kişi bu kez de “İstanbul’dan öteye adınız görünmüyor” diyor. Ve soruyor: “Biletiniz var mı?” Anıl’ım cep telefonundan Internet’e giriyor, kendi adresinde beklettiği biletini kişiye gösteriyor.
Aldığı yanıt şu oluyor: “İyi ama, burada görünmüyor…”
Uzun lafın kısası sinirlerimiz laçka. Deneyimsiz çocuğumla görevli arasında tansiyonun yükselmesini engellemeye çalışan ben ve ayakta durmakta zorlukların en zorunu yaşayan ben. Hayruş da henüz yola çıkmadan yorgun.
Engelleri aştık da uçağa girdik mi? Sorun sona erdi mi? Henüz hayır. Güzeller güzeli hostesin Anıl’ımı gördüğünde ilk sözü ne olsa iyi… “Ohooo, herkes üç parça el bagajıyla gelirse vay uçağın haline…”
Çocuğum! Bu yaklaşım biçimi yanlış.
Ya bu delikanlı ya dedesinin bilgisayarı ile annesinin el bagajını taşıyorsa… Bir de kendisine ait okul kitabı dolu çantası. Dede ile anneanne de ya hemen arkasından eli boş geliyorlarsa…
Fakat, yine de bu yolculuk sırasında bizi mutluluktan uçuran bir güzellik yaşadık.
Pegasus adlı uçak şirketinin bütün çalışanlarının bağrını Mustafa Kemal Atatürk’ümüzün röliyefi ve onun ünlü imzası süslüyor. Bunu fark ettiğimde hostes kızımıza bu görüntünün bizi sevindirdiğini söyledim. Aldığım yanıt bütün yorgunluğumu ve de kırgınlığımı aldı götürdü.
Kara gözlü güzel Fatma bir yandan hizmet sunarken bir yandan şöyle dedi:
“Bundan çok daha az yorucu işler bulabilirim. Ve daha çok paralı. Ancak, şu bağrımda barındırdığım görüntü var ya, onu bırakıp gidemiyorum.”
Tenhada bir yerde olsaydık, o çocuğun elini öpebilirdim.
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.