Nuh Peygamber'i şaşırtacak yer Belo Blato...
Sanırım Nuh Peygamber oraya gitse idi ilk işi hemen gemisini yapmaya koyulmak olurdu...
Neden mi? Orası neresi mi? Sırbistan'da bir belde: Belo Blato...
Bu Sırbistan'a ikinci gidişim. İlk kez, Stara Moravica'ya, sanat kolonisine davetli olarak gitmiştim. Şimdi gittiğim yer ise Belo Blato. Belgrad'a araçla bir saatlik uzaklıkta. Koloninin kuratörü benim tatlı kardeşim Julianna Illes Major olan resim çalıştayına davet Belo Blato belediye başkanı ve organizatör Miroslav Markus'tan geldi. Bu kez üç Türk davetliyiz. Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesi'nden Doç.Dr. Mustafa Cevat Atalay, Fethiye'den sevgili arkadaşım Mine Sarmış ve ben... Bir de Türk olarak değerli şair ve fotoğraf sanatçısı arkadaşımız Serdar Ünver bizimle. Toplam 15 kişiyiz. Diğer ülkelerden gelen ressam arkadaşlardan da çoğunu tanıyorum. Sanatlarını beğendiğim ve sevdiğim arkadaşlarımdan birkaçı Janko Laco, Takács Ferdinánd, Lívia Szencz ve Zoran Vajdić...
Üç arkadaş İstanbul'da buluştuk. Aynı uçakla yolculuk edeceğiz Belgrad'a. Sonra bizi karşılayacaklar ve ver elini Belo Blato! Yollandık... Gümrük işlemleri, pasaport kontrolü sonrası havaalanında bizi karşılamaya gelen Serdar'ı görüyoruz. Uzun zamandır görmediğiniz kardeşimiz gibi bir duygu ile sarılıp yola koyuluyoruz. Yol boyunca bir rehber gibi bizi bilgilendiriyor Serdar. Şaşılacak derecede sulak bir yer. Sağınız nehir, solunuz göl... bir ada gibi. E, bu kadar bol su olursa ne olur... ağaç olur, yeşillik olur, temiz hava olur, güzelliklerle dolu bir hayat ve mutlu insanlar olur... Hani bütün yollar Roma'ya çıkar demiş ya... Onun gibi burada da bütün yollar suya çıkıyor... Bu nedenle dedim, en başta Nuh Peygamber görse tufan geliyor sanıp gemisini yapmaya koyulur diye...
Konaklayıp resim çalışacağımız yer, zamanında İtalyanların yapmış olduğu kuş inceleme merkezinin kamp yeri. Yemekhaneyi, küçük ahşap evleri ve çok odalı konaklama binasını içinde barındıran büyük yeşillik bir alan... Girişindeki yeşillik alanda harika ahşap heykeller var. Bunlardan üçü Juli'min kardeşi değerli heykeltıraş Lajos Major'un eseri... Bizi karşılayan Juli ve diğer arkadaşlarla sevgi ile kucaklaşıyoruz. Odalarımıza yerleşiyoruz. Uzun boylu, sakallı, atletik vücutlu, kalın sesli bir genç adam gelip tek tek bizi selamlıyor, tokalaşıyoruz. Ressam mı diye düşünürken belediye başkanı olduğunu öğreniyoruz. Bizim klasik başkanlara benzemiyor. Kasıntı değil... Halktan biri... Esprili... Sosyalist düşünceye sahip... Dik duruşlu... Çalışkan... Yaşam tarzı, felsefesi ile müthiş bir insan. Elinden her iş geliyor. Şaka değil... Belediyenin ferforje merdivenlerini de o yapmış. Marangozluk işinden de anlıyor... Kargı fabrikası var... Sahip olduğu balık çiftliğinin pek çok işi ile de o uğraşıyor. Bizi çiftliğine götürdüğünde ayakkabılarını çıkarıp cipinin üzerine koyunca anladım ki benim de kafa dengim. Çünkü toprakla buluşunca ben de yalın ayak gezerim... Bütün o cennet gibi yerleri ikimiz de yalın ayak gezdik ama ertesi gün o terlikle geldi... Meğer ayakkabısını çiftlikte unutmuş...Tahminimde yanılmamışım... Artık o benim bilader... Kafanız aynı doğrultuda çalışınca dil bilmeseniz de çok iyi anlaşabiliyorsunuz. Biraz İngilizce, biraz tarzanca... Arada Serdar ve Juli'min tercümesi... Şakalaşıp hep birlikte kahkahalarla gülüyoruz... Herkes ona "Miro" diyor ama ben kısaca "Başkan" diye sesleniyorum. Adını seviyor... Bir de bir yere gideceğimiz zaman "Hade!" deyip hemen ayaklanıveriyor. O öyle söyleyince ben de Mine ile türküye başlıyorum... "Haaaydeee giiiidelum hayde... Haaaydeee...." çok hoşuna gidiyor... "Hayde Hulya, hayde" diyor...
Akşam eşi geldi. Hoş bir hanım. Pasta yapıp getirmiş bize... Çok lezzetli...Tanıştırıyor "Bu da evde başkan!.." Telefonundan çocuklarının fotoğrafını gösteriyor. Çok güzel bir kızı var... Gurur duyuyor. "Maşallah çok güzeller." dedik. Şakacı tatlı kardeşim Juli hem dizine vuruyor hem de "Maşallah, burada kör olayım!" diye taklit yapıyor beğenisini dile getirirken...
Belo Blato, Almanların kurduğu 152 yıllık bir köy. Şimdi çok az Alman yaşıyor. Köy satranç tahtası çizilmiş gibi birer km.lik kare kare... İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Almanlarla Yugoslavlar düşman olduğundan Almanlar gitmiş. Çevresinde dere, göl, nehir.. Balık çiftlikleri var. Bütün sokaklar cetvelle çizilmiş gibi geniş ve dümdüz. Köyün içinden geçen yolu sanırsın dört gidiş, dört gelişli otoban. O kadar geniş... İp gibi dümdüz ve yanları büyükçe ağaçlarla kaplı...
Tarımcılık yapıyorlar. Mısır, sarımsak, buğday, soya fasulyesi, ayçiçeği, arpa vb. yetiştiriyorlar.
Hayvancılık da var... Koyun, kuzu, inek, domuz, kümes hayvanları... Her taraf sulak ve göl olduğundan balık çiftlikleri bol... Miro'nun da var. Alabalık ve sazan yetiştiriyor... İç pazar yanında ihraç da ediyor...
Köy Balkan Savaşı'ndan önce çok zenginmiş; ama sonra fakirleşmiş. Ne acı ki savaş maddi manevi güzel olan pek çok şeyi yok ediyor. Ancak o görgü ve kültür sürüyor. Evler geniş bahçe içinde villa tarzı. Tertemiz, pırıl pırıl bir yer. Macar, Bulgar, Slovak, Albania, Sırptan oluşuyor halk. Bir mozaik... Dostça, kardeşçe yaşıyorlar. Tarihi bir bina olan ortaokulu ve anaokulunu ziyarete gittik, onlar da bize geldiler. Okul öğretmenleri ve müdürü modern, sıcak kanlı... Okul müdürü öğrencilerle arkadaş gibi. Ortak dil Sırpça, ancak müdür her öğrencisine kendi anadili ile "günaydın" "afiyet olsun" diyor saygısından. Ertesi gün okulun müdürü ve öğretmenler çocukları almış ziyaretimize geldiler. Çocuklar o yaşta sanat ve sanatçı ile yakından tanışıyor... Ne kadar güzel... Kim bilir belki bir gün bizde de.... Bir dönem İzmir'de galeri yöneticiliği yapmıştım. Çocukları bırakın büyükler bile ücretli sandıklarından gezmeye korkuyorlardı da en sonunda vitrin camına "gezmek ücretsizdir" diye yazmıştım..
Köyü geziyoruz, bir binanın duvarı cart yeşil boyanmış. Benim muzip kardeşim Juli soruyor "Bu ne renk?" hemen ekliyor "Ayy yeşili... Çünkü ne zaman görüyorsun Ayy! diyorsun."
At kestanesi, çam, ceviz, pavlovia ve bolca ıhlamur... Gökyüzüne doğru bir çadır gibi kollarını açmışlar... Çiçekli dallarını yere eğmiş, mis gibi kokuyor ıhlamurlar... ama kimse toplamıyor.
Asırlık bir ıhlamur ağacının altındaki banka oturduk dinleniyoruz. Ağacı koruma altına almışlar.
Belediye başkanının köpeği Ringo sürekli bir dal parçasını önümüze bırakıyor sıra ile... "Haydi benimle oynayın!" diyor. İsteğine uyuyoruz. Biz atıyoruz, o koşup getiriyor... Zeviniyor...
Yaşlı, genç herkes bisiklete biniyor. Sessizlik ve huzur hakim... Konakladığımız yerin karşısında Katolik ve Evangelik iki farklı mezhebin iki kilisesi var. Katolik kiliseyi geziyoruz. Ayin bölümündeki resim ve sembollerin bulunduğu yerde bir kaç sıva dökülmüş. Benim canım kardeşim Juli'm hemen boyalarını aldı, geldi ve oraları boyadı. Dört beş yıl önce de heykelleri restore etmiş, boyamış...
Bir tarlanın yanından geçiyorduk başkan kabakların içine daldı. Her biri en az 1,5-2 kg.'lık büyükçe kabakları koparıp koparıp bana verdikçe ben "Maşallah, maşallah!" deyip kenara yığıyordum. Bir de o halde fotolar çekildik. Kabakları bana verdikçe bir yandan da "Sapsara, sapsara!" diyor... Serdar'a sordum... Meğer aşırma anlamına gelmiyor muymuş? Aşırdığı kabaklara beni de ortak etmemiş mi? Anlayınca feryat etmeye başladım... "Suçum yok... haberim yoktu!.. ben aşırmadııım!.." kahkahalarla güldüler. Foto çekildik ya Mustafa Cevat "Kariyer hayatım sona erdi!.." diye hayıflandı... Oradaki hanım "Sizinki başkanın yanında küçük kalır, başkan için her gün normal!.." diye şakalaştı... Çok seviyorlar başkanlarını. İki gün önce de bir kucak dolusu taze sarımsakla gelmiş. Arkadaşının tarlasından aşırmış... Öyle de lezzetli... kahvaltıda bile yiyorduk... Meğer bize şaka yapmış, kendi tarlası imiş. Sarımsaklar da kardeş gibi olduğu arkadaşınınmış. Gerçi onlar için sorun da değil. Bütün köy aile gibi...
Elma ağaçlarının üstü sera delikli naylon ile örtülü... kuşlar yemesin diye...
Yeşillik, ağaçlık bir yere geldik. Eşek, at, keçi, hindi, tavuk vb. hayvanlar var. Çok geniş bir alan... restoran, çocuk oyun alanları, eski radyoların-saatlerin olduğu nostaljik mini müze... rengarenk çiçekler içinde harika bir yer. Özel günlerde köylüler burada toplanıp yemek pişirip eğleniyorlarmış, düğün-kutlama yapıyorlarmış... hepimiz güzel gözlü eşekle selfi çekildik. O da alışkın mı ne, bir güzel poz verdi!..
Bir saat uzaklıktaki şehir Zrenjanin Belediyesi'nin konukları olarak gezmeye gittik. Turizm müdürlüğünün rehberi eşliğinde kenti ve tarihi belediye binasını gezdik. Rehberimiz Arpi (Arpad)'de ressammış ve sonra o da koloniye katıldı. Onu da sevdik. 1850 yıllarında yapılmış belediye binası bir tarihi eser. Salondaki büyük antika saati Maria Teresa hediye etmiş. Rengarenk vitray pencerelerdeki muhteşem resimlerin her birinin bir anlamı var. Hukuk'u, Dürüstlüğü ve Adalet'i temsil ediyor. Bu binada cami ve hamam da varmış ve o yüzden zamanında Osmanlı'ya vergi vermemişler. Avusturya'daki kral buraya gelmiş, Osmanlı gitmiş ve o zaman cami kapatılmış. Osmanlı tarihinde en büyük vezir Sokullu Mehmet Paşa da Sırp kökenli. "Sokullu banyoları açtı, okulları açtı, askerler zarar vermedi halka onun zamanında." diye anlatıyorlar.
Şehri geziyoruz. Görkemli tarihi binalar... Geniş meydanlar... Büyük görkemli ağaçlarla kaplı parklar... Parkta iki küçük çocuk heykel aslana çiçek yedirmeye çalışıyordu. O kadar hoşuma gitti ki... Anılarımda kalsın istedim. Sağ olsun sevgili Serdar fotoyu çekerek beni sevindirdi...
Parkın kuytu bir köşesine kedi yavrulamış "pisi pisi" dedim, baktı. Mustafa'ya "Bak, Türkçe biliyor." dedim...
Ertesi gün Miro bizi alıp sürpriz bir yere götürdü... Amazon ormanları gibi bir yer... Yemyeşil. Çeşitli meyve ağaçları. Ortada kocaman bir göl, üzeri nilüferlerle kaplı... Rüya gibi... Sazdan yöresel çatıları ile piknik masaları... Kocaman ağaçlar, çeşit çeşit kuşlar... Bilim adamı ve öğrencileri buraya zaman zaman inceleme yapmaya geliyorlarmış. Mine yoruldu. Tekneye oturdu, seyre daldı. Gelmek istemedi... Kesin şiir yazası gelmiştir... Ağaçların arasından iç taraflara ormana yürüyoruz. Erik ağaçları, dutlar... Koparıp koparıp yiyoruz. Yan tarafta bir çamurluk. Miro gösteriyor... Ayak izlerinden anlıyoruz ki burası bir domuz ve yavrularının barındığı yer... Yolumuza devam ediyoruz. Ben erik yerken biraz geri kalıyorum. Mustafa Cevat sesleniyor "Geri kalma... Sen küçüksün ya... Domuz saldırır!.." Onlar kapı gibi adamlar ya, ben yanlarında yavru gibi kalıyorum... Koşup onlara yetişiyorum... Sonra güzel bir restoranda kahve içtik... Duvarları önemli bir ressamlarının resimleri ile kaplı... Daimi sergi gibi... Çok güzeldi...
Sayılı gün tükendi... Gezdik... Resimlerimizi yaptık... Son gün bahçeye kazan kuruldu. Bizim güveç misali ocakta mantarlı et yemeği pişti. Resimler serildi. Konuklar geldi... Resimlerimiz beğeni aldı. Sergi sonrası yemekler yendi. Katılım belgelerimiz verildi... Akşamına Janco gitar çaldı, şarkılar söylendi. Ben yine ortak şarkımız "Katibim"i söyledim.
Ertesi gün akşam uçağımız kalkacak. Ancak biz Belgrat'ı da gezmek istiyoruz. Yaaa... Bizim başkan en büyük başkan. Bir taksi tuttu, sağ olsun rehberimiz Arpi de bizimle birlikte gelecek, herkesle vedalaştık. Birer küçük resmi, bize her gün sevgi ile yemek yapan hanımlara hediye ettim. Çünkü bir tanesi resimlerimi çok beğendiğini söylemişti... Sevinsin istedim. Diğeri de "Günaydın, İyi akşamlar, afiyet olsun" demeyi öğrenmiş bizim için... Canım yaaa...
Sabah erkenden kalktık yola çıkacağız... Bir baktım bizim başkan gelmiş bile. Sabah saat 06.00...
Yarım saat sonra eşi telefon ediyor "Neredesin?" diye... Alem adam... İçine sinmemiş bizi akşamdan yolcu etmek. Eşine bile söylemeden çıkmış gelmiş... Başkan, Juli, Serdar, Livia, Ferdinand... Kucaklaştık. Hüzünlendim. Kardeşimden ayrılır gibi oldum... Sanat insanları birleştirir... Sevgi dostluk aşılar...
Belgrat sokaklarında turluyoruz. Savaşın izleri kimi binalarda görülüyor. Avrupa mimarisi, büyük ve tarihi binalar çoğunlukta. 1522 yılında Belgrat'ta Avrupa'daki ilk kahvehaneyi Osmanlılar açmış. Şoförümüz çok konuşkan. Sürekli anlatıyor... Anlatıyor da bir tek onu Arpi anlıyor... Mustafa Cevat tam bir şey soracak Arpi'ye... Şoför konuşmaya başlıyor... Cevat konuşamıyor... Bu birkaç kez yinelenince öfke ve şaşkınlıkla dedi ki "Yahu bu şoför ben konuşmayayım diye mi konuşuyor?"
Şehire hakim manzarası ile Belgrat kalesine geliyoruz. Çok büyük ve güzel. Okulun son günleri olduğu için her yaştan öğrenciler öğretmenleri eşliğinde tarihlerini tanımak için kaleyi geziyorlar. Tuna nehri nazlı nazlı akıyor... Pek çok turist grubu var... O da ne! pek çoğu Türkçe konuşuyor. Türk gruplar... Hatta biri eşine bir soru sordu, muziplik olsun diye ben yanıtladım. Hanımın şaşkın bakışını unutamam...
Tika restore ediyor pek çok yeri. Hatta tabelalarda Türkçe açıklamalar yazılı. Sokullu Paşa çeşmesi çok güzel. Osmanlı'nın gelinlerinin pek çoğunu Sırplar'dan almalarının nedeni belli oldu. Kızları da çok güzel. Zarif, şık elbiseler içinde manken gibiler...
Kral Petra Meydanı'nda sağlı sollu kafeler, alışveriş mağazaları. Beyoğlu'nda olduğu gibi sıralanmışlar. Ortada tarihi kiliseler... Mağaza ve dükkanlarda tabela yok... Dolayısı ile görsel kirlilik de...
O kadar çabuk geçiyor ki zaman... Öyle hızlı tükeniyor ki ömrümüz, farkına bile varamıyoruz. Bir ay içinde üç resim çalıştayı için üç ayrı yerdeydim. Önce Fethiye, ardından Nahçıvan ve Sırbistan'da Belo Blato... Üçünde de gitme telâşı ve heyecanı içindeyken şu an evimdeyim.
Yani sözün özü:
İşte geldik, gidiyoruz. Ardımda sanatımın yanında iyilikler, güzellikler bırakabiliyorsam; bir kardeş, bir abla olarak anılıyorsam o yeter bana...
Ömür kısa... İşte geldik, gidiyoruz... Amacım sahnede hoş bir seda...
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.