"Ölüm bir grev gibi kaplamış ülkemizi"
Ve “Değişe değişe bozulmuş ölüm bile” demekte Sezai Karakoç. Ölüm üzerine çok yazmışımdır ama ‘Ölümlere Alışmanın Dayanılmaz Ağırlığı’ gitgide vicdanımda hayat pahalılığı ve ölüm enflasyonu olarak artmakta.
Sevdiklerimiz de, hiç tanıyıp bilmediklerimiz de artık vaka & vefat grafiğindeki sayılara defnedilmektedir. 17 Ağustos Depremi sonrasındaki günler ve birkaç haftaya benzer, sanki bitimsiz bir deprem ölümü sanal bir oyuna dönüştürmektedir.
Hâlbuki ölüme dair bir terbiyemiz ve ölüm kültürümüz vardı; gittikçe hükümsüzleşti. Acıya ve kedere dair yükümlülüklerimizi yerine getiremedikçe yükümüz katlandı. Hak ve hukukumuzun geçtiği, hatıra ortaklığına sahip olduğumuz kimselerin cenazelerine omuz veremedik. Meğer yakınlarıyla kucaklaşmak kendimize teselli vermekmiş, meğer o helâlleşme seremonisi kendimizle hâlleşmekmiş; eksikliği içimizde öyle birikti ki insanlığımız sürekli iç kanama geçiren bir hasta gibi oldu.
“Bir ölü artı bir ölü, iki değildir” der Elias Canetti ve ekler: “Fakat insanlar sinek gibi ölüyor.” Bir ülkede, her ülkede.. Altı yıl önce ‘Ölüm Peynir - Ekmek Gibidir Coğrafyamızda’ demiştik, oysa şimdi tüm yeryüzü coğrafyasında.
Aslında düzene isyan olarak intiharları yazmak istiyordum; neredeyse yerel basında bile günlük vaka olarak yer alan intiharlar. Her kesimden, her yaştan ve hep farklı farklı sebeplerdenmiş gibi gözüken. Kiminin ardından not bıraktığı, kiminin ardını bizim notlandırdığımız intiharlar. Acaba Jean-Paul Sartre’nin ‘Bulantı’sı yahut George Orwell’in ‘Boğulma(ma)’sı üzerinden okunabilir mi diyerekten.
Lâkin bazı ölümler karşısında bırakın kendi ailesini bizim bile nutkumuz tutuluyor. Ne diyeceğini bilemeyebiliyor, ne yazacağını bulamayabiliyorsun; hem de içinden geçen onca duygu trafiğine rağmen. Kısıtlar ve kapanmalar nedeniyle yetişemediğimiz her hüzün kendi tükeniş hikâyemiz oldu adeta.
En son 10 yaşında bir çocuğun ölümünün hüznüne - kederine gömüldük. Bildiğiniz cennet yüzlü, tanıdığınız güzel ahlâklı çocuklardan. Sadece ebeveynlerinin ve yakın akrabalarının değil ölümüyle herkesin biraz öldüğü.. Bizi yaratan ve rahmetin, merhametin, şefkatin kaynağı olan Rahmân’er-Rahîm’in bize bizden ziyade velilik ettiği düşüncesiyle o günahsızı Mevlâ’ya teslim eyledik. El-Metîn olan Allah üzerimize metanet yağdırsın.
Hani demiş ya Cemal Süreya:
“Sizin hiç babanız öldü mü?
Benim bir kere öldü, kör oldum.”
Daha evvel bu acıyı yaşayanlardan özür ve helâllik dileyerek ben de gayriihtiyari kendi
türüme sordum:
Sizin hiç yavrunuz öldü mü?
Can parçanız, son parçanız..
Siz hiç közden bir baba gördünüz mü?
Ben gördüm, göz-gönül boğuldum.
Başı-başlığı onun mısralarıyla girizgâh kıldık; sonunu da Karakoç Üstad’la bağlayalım:
“Ölen şehirlerdir Taha değil
Kuruyan nehirlerdir”
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.