Bugün 12 Eylül 1980 öncesi kendi yaşadıklarımızı yazacağız. Uzun zamandır bunları yazılı bir metne almayı düşünüyor ama nefsimizi okşamaması için hep klavyenin başından kalkıyorduk. Ancak reklam için gerek yandaş televizyon kanallarında gözyaşı döken, gerekse bu gözyaşlarını afişe edenleri görünce kararımızı değiştirdik.
Öte yandan bütün yaşanmışlıklar sadece bizim hafızamızda yaşandıkça kimseye aktarılmadan duracak, sözlü anlattıklarımız ise unutulacak.
Çünkü; söz uçar yazı kalır.
Sözlerin uçmaması için bizden daha çok yaşanmışlıkları olan büyüklerimizin de içinden geçtikleri badireleri yazıya dökmelerini arzu ediyor, sizlere 12 Eylül 1980 öncesi yaşadıklarımız ile ilgili ufak bir otobiyografi sunuyoruz.
***
1980 öncesi günlerde gazeteler ve televizyonlar da ağırlıklı olarak sol kadrolaşma vardı. Memleketin bir ucundan diğerine köy enstitülerinden mezun olmuş hatta iki aylık kurslar ile öğretmen olarak atanmış militanlar derslere girmekteydi. Okullar ve mahalleler ele geçirilmiş, kurtarılmış bölge adıyla memleket komünist militanlarca parsellenmişti. Onlar gibi düşünmeyenler olsa bile can korkusuyla sinmişlerdi. Ayrıca sol bir moda haline gelmiş, az çok bir şeyler bildiğini iddia edenler kendilerini solcu olarak nitelemekteydiler. Kısaca üstünlük sol’un elindeydi.
Bu şartlar altında o zaman ismi Levent Lisesi olan şimdiki Etiler Lisesi 1. sınıf öğrencisiyken kendisine devrimci diyen komünist arkadaşlarla tanışmak bize de nasip oldu. Bizi tek tek veya topluca tiyatroya götürüyor, kırlara çıkartıyor Marksist propaganda yapıyorlardı.
Bir gün boğazı seyreden Etiler sırtlarında yine etrafımızı çevirip devrimden bahsetmeye başladılar. Türk bayrağının şovenizmin sembolü olduğunu, devrim yaptıklarında emekçi halkı yansıtan orak çekiçli bayrağı kabul edeceklerini, millet ayırımının önemli olmadığını, Sovyetler Birliğinin etrafında dünya işçilerini birleştireceklerini, dinin gereksiz olduğunu, ezan sesinden rahatsız olunduğu için kendilerinin bu faşist ve gerici düzeni devirdiklerinde ezan okunmasını yasaklayacaklarını dinledik.
O an dünyanın gerçekleri ile karşılaşmıştık. Eve döndüğümüzde saatlerce bunun yanlış ve çok tehlikeli bir akım olduğunu düşünmüştük. O gece kendi adımıza bunlarla mücadele edilmesi gerektiğine karar verdik.
Bir gün sonra okula gider gitmez bizim gibi düşünen başkalarını aradık ama bir elin parmakları kadar insanı bile bulmak zordu. Çünkü komünistler okula tam anlamı ile egemendi ve aksi ses çıkaranlar için okulun dağılması sırasında kapıda bekleyenleri herkes görüyordu.
Düşüncelerimizi babamıza açıkladığımızda bir yandan gururlandığını, bir yandan büyük endişe duyduğunu gözlerinden okuduk. Bize doğru düşünüyorsun ama bunları içinde sakla seni yaşatmazlar dediğini hatırlıyoruz.
Baba ne derse desin artık bizim için arayış başlamıştı. Cağaloğlu’na gidip kitaplar almaya ve doğru yolu arama gayretine girmiştik. Çok geçmeden kısa süre sonra en doğru yolun “Ülkücü Hareket” olduğuna karar verdik. Fakat etrafımız komünist doluydu, daha bir ülkücü ile tanışmak bile nasip olmamıştı.
O yaz memleketimiz olan Ayvalık’a gittiğimizde kocaman bir bozkurt resmi ve altında “Ülkümüz göklerde dalgalanan bir sancak, Allah’ın huzurunda eğiliriz biz ancak” yazısını görünce Ülkü Ocağı binasına girdik. Duygulu bir şekilde “Selamun aleyküm, ben de ülkücüyüm.” dediğimizi hatırlıyoruz. Artık Ülkücülerle tanışmak nasip olmuştu.
O zamanlar kolay kazanılmayan sınavlarla öğrenci alan meslek liseleri revaçta olduğu için İstanbul Yapı Meslek Lisesine geçtik. Tamamen komünistlerin kontrolünde olan okulda İstiklal marşının okunmaması veya düşük bazda okunması için etrafımız Dev-Sol militanları tarafından sarılıyor, istiklal marşı sabote ediliyordu.
Öğle araları uzun olduğundan Cuma namazına gidebiliyorduk. Ama zamanın uygunluğundan daha önemli bir engel karşımıza çıkıverdi. Halkın Kurtuluşu örgütü üyesi biri gelip bizi cumaya gitmememiz yönünde uyardı.
Bir başka gün İşletme bilgisi dersinde zeytin işletmeciliği bahsi sırasında öğretmenimiz İtalya’da zeytin toplama işinin makinelerle yapıldığını, bizde ise sırık kullanıldığı için verimin düştüğünü, geri kalmış İslam dinine inanan bir toplumdan ilerlemenin ve kalkınmanın beklenemeyeceğini artık her alanda bir devrim yapılması gerektiğini duyunca biz de film koptu.
Hocayla tartıştık. Bizim Allah inancımız sorgulanmış, ayrıca bir anda herkes üzerimize gelmeye başlamıştı. Cumaya beraber gittiğimiz daha sonra milli görüşçü olduklarını öğrendiğimiz arkadaşlar susmayı tercih ederken biz bir sonra ki, derse Allah’ın varlığına dair delilleri toplayarak gelmiş hocayı tartışmada yenmeye karar vermiştik. Tabi müsaade etmediler.
Artık deşifre olmuştuk bir kere. O andan sonra hayatımız değişti. Komünist öğrenciler uyarılarına başladılar, bazıları merhabayı kesti, bazıları yolumuzu gözlemeye bizi takip etmeye başladılar.
Zaten okuldaki bilinen ülkücüler takipteydi. Bu sebeple kimse birbirine merhaba diyemiyordu. Ancak tartışmamızdan ülkücülerin haberi oldu. Uygun bir yerde okul başkanı ki, halen görüştüğümüz Mevlüt OKUMUŞ ile tanıştık, hemen oradan Mecidiyeköy Ülkü Ocağına gittik.
Bizi görmüşlerdi, bunu hissettirdiler. Eve kadar takipler başladı. Ocağa gideceğimiz zamanlar yolumuzu değiştirip başka yerlerde buluşup oradan gidiyorduk. Ama halen sempatizan olarak görülüyor, kendi toplantılarından uzak tutuluyor, arada bir ikaz ediliyor, uyarılıyorduk.
Ülkücü olmak suçtu. Bu suça iştirak etmemeliydik.
Bir ocak toplantısı sırasında ocak basıldı. Mecidiyeköy’den 27 arkadaş cemselere bindirilip Gayrettepe 1. şubeye götürüldük. Dört saat duvara karşı ayakta bekletildikten sonra bodrumda 4 metreye 4 metre ebadında 1 numaralı hücreye tıkıldık. Kimsenin ailesinin haberi yoktu. Bizi morg dahil her yerde aramışlar, en sonunda burada olduğumuzu öğrenmişlerdi. Aile üyeleri aşağıya ancak kağıt gönderebiliyorlardı.
Üzerimize Aksaray'da bulunan İstanbul İl Başkanlığından alınan İl Ocak Başkanı Recep ÖZTÜRK’te dahil 10 kişi daha geldi. Bu hücrede beton zeminde bir hafta 37 kişi üst üste yattık. Daha sonra bazıları alınıp işkenceye tabi tutuldular. Recep ÖZTÜRK sır vermemek için 2 defa intihara kalkıştı. Hastaneye götürüp kurtardılar.
Aramıza Okmeydanı’nda iki askerimizi şehit eden ve birinin isminin Erdal olduğunu öğrendiğimiz iki komünisti bıraktılar. Özellikle de asker şehit ettiklerini söylediler ki, biz de onları öldürelim. Recep reis dokunmayın dedi. Bizi buraya atanlar haklarından gelsin. Benim yanıma iliştirdiler. Onlarla tartışmak bize düşmüştü.
Bir gün Müfit SEMEN’i alıp 9 numaralı hücreye attılar. Ocak ayıydı, hücrenin delik olan tavanından içeriye kar yağarmış. Müfit reis uzun süredir orada yatan donmak üzere bir komünist ile karşılaşmıştı. Benim İsveç’ten amcamın getirdiği Eskimo montuna benzer çok korunaklı bir montum vardı. Herkesin gözü ondaydı. Müfit reis onu benden istedi ve o komüniste sararak hayatını kurtardı.
Tek tek hücreden alıyorlar, gözlerimizi bağlıyorlar işkence odasına götürüyorlardı. Biz de dayak yedik, kafamıza tenekeyle vuruldu. Ama bunlar ocak yöneticilerinin yaşadıklarının yanında hiç kalır.
Hücrede 12 gün kaldıktan sonra Alemdağ’a askeriyenin eline teslim ettiler. Asker işkence olup olmadığını kontrol ediyordu. Recep ÖZTÜRK’ün sırtını açtılar. Recep Başkanın sırtına bir saniye bakabildim. Her tarafı tepesi beyaz olmak üzere yumruktan biraz ufak şişliklerle doluydu. Zabta aldılar. Sonucu ne oldu bilmiyoruz.
İki gün Alemdağ’da kaldık. 14. gün bizi Selimiye’ye götürdüler. Mahkemeye çıktık ve bir cuma günü serbest bırakıldık. Serbest bırakılmadan reislerin isteği üzerine koğuşumuza gazeteler getirdiler. Biz o zamanlar Cumhuriyet gazetesine “Babı-ali Pravda’sı” derdik. Cumhuriyet ve Milliyet gazetelerinde sekiz sütuna manşet olduğumuzu gördük. Meğerse biz Başiktaş’ta Marmara kafeteryasını bombalamış, Aziz NESİN’i öldürmek ve Etiler Karakolu’nu havaya uçurmak üzere örgüt kurmuşuz. Gazetelerden işlediğimiz cürümleri öğrendikten 2 saat sonra mahkeme tarafından serbest bırakıldık.
Artık iyice deşifre olduğumuz için okula geldiğimiz ilk gün Erzurum’dan sürgün gelen tipler yanımıza iliştiler. Bize faşizmin iç yüzü adında bir kitap okutacaklarını, hücre evine götürüp aydınlatacaklarını, bu kitabı okuduktan sonra Komünist Almanca Öğretmenimizin dersinde özetini anlatacağımızı söylediler.
Yanaşmayınca yolumuzu kesip dövdüler, başka bir zaman da mezarlığın önüne götürüp bir daha sefere kapıdan içeri sokacaklarını söylediler.
Okulu bırakmak zorunda kalmıştık ama takip devam ediyordu. Oturduğumuz Akatlar Mahallesine girerken sol tarafta kalan kahvenin önünde devamlı silahlarını hissettirerek bekliyorlardı. Biz ise silahsız önlerinden geçip gidiyorduk.
Ailemiz bizi önce İstanbul’da çeşitli akrabalarımızın yanına daha sonra Yalova’ya gönderdi. Ama bu mekan değişiklikleri uzun süremezdi. Üç beş ay sonra yine evimize döndük, işe girip çalışmaya başladık. Bağdat caddesinde bulunan iş yerine gidiyor, yine orada da yoldaşları peşimizde görüyorduk. Başka yolu yoktu. Babamızın uyarılarına rağmen mücadeleye karar verdik.
Ocağa giderek arkadaşlarla Etiler’de ne yapabiliriz diye düşünürken bir şey yapmaya kalmadı. Bizi bugünkü ikinci köprünün gişelerinin olduğu yerde sıkıştırıp 2 adet 7.65, bir adet 14’lü tabancayla ateş etmeye başladılar. Biz de üç kişiydik. Ancak bir arkadaş kaçmayı başarırken diğeri insan boyu otların arasına gizlendi. Biz yüksekçe bir yerdeydik. Oradan aşağısı birbuçuk daire boyu dik olan uçurumdan aşağıya indik. Uçurumun başına gelip üzerimize saydırmaya başladılar. Aşağıdaki Gecekondu’nun arkasına saklandığımızda ensemizde bir sıcaklık hissettik. Daha sonra açık alana doğru koşup onların etki alanından çıktık. Adam boyu otların arasında kaybolduk. Bütün şarjörleri bizim üzerimize boşalttıklarını karakol’da, Kafamızda 14’lü sıyrığı ve üzerimizde ki gömlekte bir, kazakta iki, montta ise üç kurşun deliği olduğunu hastane de fark ettik. Tarih 24 nisan 1980’di. YDGF’nin kurucusu İbrahim KAYPAKKAYA’nın öldürülmesinin yıldönümü. Kan almaları lazımdı. Zaten saldırıyı yapanlarda bizi mezarlığın öte tarafından göndereceğini söyleyen kişilerdi. Okulda bizim öldüğümüzü dillendirdiler. Berlin’den yayın yapan “Bizim Radyo” ismimizi o gün ölenlerin listesinde verdi. Oysa bizi Allah mucize kabilinden korumuştu.
Bir gün Mecidiyeköy’de Hergün gazetesi satarken 2. şubeye ait sivil ekip bizi aldı. Mecidiyeköy Karakoluna götürdü. Karakol komiseri yasal dayanak olmadığı için bizi tutmak istemiyordu. Ancak Karakol kapısında beklerken o zaman komünist polislerin üslendiği POL-DER üyesi olan ekip elemanlarından birinin namaz kılmak isteğimize karşı Yaradan’a küfrettiğini hatırlıyoruz.
Bizi Karakol kabul etmeyince Sirkeci’de bulunan 2. şubeye götürüp bıraktılar. Bir gece orada geçirdik. Sadece eziyet olsun diye…
Daha sonra ailemiz bizi kesin olarak Ayvalık’a gönderdi.
12 Eylül 1980 tarihinde siren sesleri ile Ayvalık’ta uyandık.
***
Şimdi bazen soruyorlar, bugün olsa yine aynı yolu seçer miydin diye?
Evet! Bugün’de aynı şartlar olsa aynı yolu seçerdik. Biz İslam dininin örselenmesine ve Türk milletinin aşağılanmasına, ezanın susturulmasına, bayrağın indirilmesine, istiklal marşının itibarsızlaştırılmasına dün de dayanamadık, bugün de dayanamayız.
Bunlara tahammül gösterenler belki bizim yaşadıklarımızı yaşamamışlardır.
Varsın sefa sürsünler. Allah onları da biliyor, hasbelkader bizi de…
***
Bu kısa otobiyografiyi özellikle genç okuyucularımızın okuyup o günleri ve şartları daha iyi anlamaları için yazdık. O günlerde ülkücü olmak bedel ödemeyi kabul etmek, herkesin beladan kaçtığı bir dönemde belaya balıklama dalmak demekti. Bizlerde ortalama bir insan gibi olan bitene tahammül edip okulumuzu bitirip etliye sütlüye karışmadan hayatımızı yaşayabilirdik. O günlerde bizlere olaylara karışma, ne yaparlarsa yapsınlar dediklerinde onların tavsiyelerine uymadık. Çünkü kendimize şu soruyu soruyorduk;
Biz kayıtsız kalırken memleket elden giderse bunun hesabını nasıl verebiliriz?