Tek adam ya; bir de ona bağlı sınıf ve goygoycu takımı var. Emir veriyor hemen gereğini yapıyorlar.
Kendisinde sürekli engelleri aşma hastalığı nüksetti. Her gördüğü engeli aşma çabasına giriyor. Mesela son zamanlardaki huyu; sıra sıra dizilmiş arabaların üzerinden atlamak. Etrafa verdiği zararın haddi hesabı yoktur. İsyan edene "Yapacak bir şey yok, bu bir hastalık hali" deyip geçiştiriliyor.
Muhteremin birisi "Yahu madem ki bu adamı yerinde tutmak mümkün değil, öyleyse duvarı bizim bahçeye yapalım, ha bire atlayıp dursun" deyince genel kabul gördü ve duvar yapıldı.
Adam genç ve zımba gibi. Gerildi gerildi, zıpladı; hop öbür tarafta. Bu seremoniyi günlerce sürekli tekrarlayıp durdu.
Duvarın yüksekliğini ölçtüler tam da 50+1 ölçüm geldi. Keyif mükemmel. Kıskandıracak ölçüde tezahürat ilgi, alaka. Tüm goygoycu ve yalaka takımın arasında "Kıymetlimize bu duvarın yüksekliği az bile geldi, biraz daha mı yükseltsek acaba" diyenler bile oldu.
Kıymetlimiz her gün bu egzersizlerin verdiği moral ile kendisini çayıra yeni salınan sıpa gibi hissediyordu; alabildiğine koşmak, zıplamak oynamak, oynaşmak istiyordu.
Neyse bu atlama zıplama süreci keyifle devam ederken zaman zaman duvara vurup geriye düşmeler başladı. Öyle ya; aradan epey zaman geçmiş ve kıymetlimiz takatten kesilmiş, dizlerinin bağı çözülmüş, güçten düşmüştü.
Ve yine o bilinen kahramanımız inisiyatifini konuşturarak; "Kıymetlimizin üzülmesine gönlümüz razı olamaz. Madem ki artık duvar yüksek geliyor; üstten yıkalım 40+1 ölçeğe düşürelim, o da olmazsa 30+1 ölçeğe çekeriz.
Bu konuşmaları sessizce kendi iç dünyasında sorgulayarak takip eden afacan bir çocuk hiddetlenerek; "Yahu sizler ne kadar aptal insanlarsınız. Hiç mi utanmazsınız böyle çocukça işler yapmaya. Zamanında ağaç dikilmesi gereken bu yere hangi ihtiyacınız için duvar diktiniz, şimdi ise niçin yıkıyorsunuz"
Sonuç; kıymetlimiz mutsuz, etrafı çaresiz, çocuk ise öfkeli...
Not: Çocuk "Kıymetlimizin" hastalığından habersiz.
Sözüm O Kaltağa
Tüm kadınlarımızdan özür dileyerek özellikle o kaltağa diyorum ki; be hey kaltak...!
Hani içeride yatan ekürin ile beraber müridi olduğun salya sümüklü adamı kutsayan sözlerinizin devamında; yazılmış senaryolar üzerinden kin ve öfkenizi bu milletin en nadide yetişmiş asker ve sivil inisiyatifleri üzerine boca ediyordunuz ya.
Bu haksızlıklar karşısında kendilerine savunma ve ifade etme hakkı tanınmadan, yiğit bir Türk askerini Türk Ordu'sundan tasfiye etmek için karısına iftira atmak gibi alçakça yazılmış bir senaryonun dahi orasında burasında figüranlık yapan kalleş karakterli şerefsizler diniz ya..
Sonra bu kalleşliğinize dayanamayıp intihar eden, hastalanıp ölen, aklını yitiren insanlar üzerine kurgulanan; müsebbibi olduğunuz Ergenekon ve Balyoz kumpaslarının maaşlı kalemşörleri; kaltakları, orospuları, puştları pezevenkleri olduğunuz günler...
Be hey kaltak! şimdi sana diyorum ki; bu olup bitenlerin olduğu dönemdeki devlete ne diyeceğiz peki.
Dolayısıyla ne bu olup bitenlerin olduğu dönemdeki devletimiz "Katil devlet"di, ne 1990'lı yıllardakİ, ne de bugünkü devletimiz. Ama şunu da biliyoruz ki; her dönemde devletimize sızıp, çökerek hatta yerleştirilerek hem devletten maaş alıp, koltuğunu işgal edip hem de söven, altını oyan kaltağı da, puştu da pezevengi de olmuştur; aynen sizler gibi örnekler de olduğu gibi.
Onun için özellikle yazımın başında bayanlardan özür diledim ki; zira böylelerine kaltak ve puşt demenin "Benim itikadımca" sevabı vardır diye.
Mansur Yavaş'ı Dinlerken...
Mansur Yavaş'ı dinlerken bir an için Türkiye'nin sanki el değiştirdiğini düşündüm.
Sanki yüzyıllarca boşa akıp giden bir akarsuyun önüne bend çekilerek; sulak bahçeler içinde bin bir çeşit meye, sebzenin yetiştirildiği hissiyatına kapıldım.
Aman Allah'ım! Ankara Büyükşehir Belediyesi'nin ne kadar parası, nerelere boşuna harcanmış. Bitmez tükenmez ne kadar parası varmış ki; kayıra kayıra dağıtılmış, bir türlü de bitirilememiş.
İnşallah İstanbul ve Ankara'da yeşeren umut filizleri tüm ülkemize sirayet edecektir.
AKP'siz bir Türkiyeyi hayal etmek artık daha kolay ve mümkün. Hayal etmeye devam; çünkü hepimize ilaçsız tedavi gibi gelecektir.
Cumhurbaşkanı Yardımcısı siyasi değil atanmış devlet memurudur
Cumhurbaşkanı yardımcısının benim kadar bile siyasi değeri yoktur. Zira ben bir partinin üyesiyim.O bir atanmış devlet memuru olarak siyasilerin siyasi eleştirilerine cevap veremez. Sadece devlet memuru olduğu için ancak sorulan sorulara cevap verebilir.
Dolayısıyla ne Ekrem İmamoğlu ile ne de Kılıçdaroğlu ile siyasi polemiğe giremez. İsterse her topa girebilecekse, bu da ucube sitemin absürtlüğündendir.
Yerli tohumu korumak da bir güvenlik meselesidir
Mesela MHP Cumhur İttifakı'nın bir ortağı olup, AKP'nin bütün yapıp ettiklerinin vebaline ortak ise; tüm yerli tohumların korunması, üretimi, hatta ticareti konusunda merak edip de bir gün olsun Cumhur İttifakı tarım bakanının icraatlarını takibe almış mıdır?
Vatanı ve milleti koruma ve kollamak sadece nutuk atmakla olmaz. Toprağımıza ektiğimiz bize ait tohumumuzun satışı yasaklanıp, hibrit ithal tohumlara olabildiğince izin veriliyorsa ve MHP bunun sorgulamasını yapmıyorsa; PKK üzerinden HDP'yi lanetleyerek vatan sevgisi gösterisi sahici olmaz; olsa olsa siyasi olur. HDP/PKK ihanetinin izahı için zaten bir tercümana da ihtiyaç yoktur.
Zira her bir insanımız vatan yaptığımız bu coğrafyanın kıymetlisidir, her yerli tohumumuz da bu toprakların kıymetlisidir. Peki insanını koruma refleksi niçin toprağı, tarımı ve tohumu korumada kendisini göstermez.
''Yeni Sitem''de alın işte çift başlılık
"Partili Cumhurbaşkanlığı Hükumet Sistemi"nin mahsurlu taraflarından bir örneğini hayati ortak bir sorunumuzda yaşadık, gördük.
İstanbul'da deprem oluyor; hükumet adına Cumhurbaşkanı yardımcısı başkanlığında AKOM'da toplantı yapılıyor ancak bu toplantıda Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu yoktur, çünkü o muhalefet partisinin bir belediye başkanı.
Öte yandan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu da aynı konuda partisinin genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ile bir başka toplantı yapıyorlar.
Allah sonumuzu hayır eylesin inşallah.
Yediğim zeytinlerden sana tespihler yaptım''
Nazlı Ilıcak Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'a affedilmesi için yazmış olduğu mektupta "Yediğim zeytinlerden size tespih yaptım" diyor, devamında özür diliyor.
Ancak Ergenekon ve Balyoz kumpaslarının medya kalemşörlerinden birisi olarak hapishanelerde ölen, evinde intihar eden ve aileleri ile beraber mağdur olan yüzlerce insandan özür dilemeyi yine aklına getirmemiş.
İşin garibi "Benim bir de ekürim vardı, o niçin bir kez olsun hakim karşısına çıkmadı" da demiyor. Anlaşılıyor ki; zerre kadar dik duracak takati kalmamış.
"Size tespihler yaptım" derken sanki "Sana şiirler yazdım" der gibi. Çok hazin olduğu kadar ibretlik de bir durum.
Demek ki insanlar kendilerini en güçlü hissettikleri anlarda bile gün geldiğinde en aciz hallere düşebileceklerinin hesabını yapmak durumundalar.