Bodrum'dan Ankara'ya annemi getirmek üzere yola çıktığımda, yol boyu giderken nereden aklıma geldi bilmiyorum Akasya ağaçları.
Arabamın penceresini hafif aralamıştım, sanki oradan akasyaların kokusu doldu arabanın içine.
Belki de yeni aldığım kolonyanın kokusu rüzgârla karışarak, burnuma kadar geldi diye düşündüm.
Beni akasya ağaçlarına, onun bembeyaz açan çiçeklerinin o mis kokusuna ve her nedense çocukluğuma götürdü.
Korona günlerinde evde yalnız kalınca geçmiş ve geleceği zamanın bir yerine preslemişiz.
Mutlu olmak istediğimizde geçmişten biraz ödünç alıyoruz.
Yollar o süratle giderken, geçmişe yaklaşıyorum hissi vererek oyaladı bu yolcuyu.
Çocukluğumun akasya ağaçları, çitlembik ağacı ve ben, birlikte yolculuk yaptık ilk kez.
Mutlu umutlu...
Belki de yol kenarında açık olan bir kaç mekanda durarak dinlenmek nefeslenmek istememe nedenim, benimle yolculuk eden, gülümseyerek yan koltuktan mutlu bir şekilde bana bakan çocukluğumun, beni terk edeceği korkusu idi.
Bu büyü bozulsun istemedim.
Çok rüzgâr dolsa da arabaya, kulaklarım uğuldasa da burnuma kadar gelen akasya ağacının kendine has o mis kokusu gider diyerek kapatmadım camı.
İnsanoğlu ilginç bir varlık, nereden ne çıkaracağı, akasya kokusu ile yıllar öncesine nasıl gidebildiği, tam bir sosyolojik mevzu.
O koku ve çocukluğum.
Ordu mensubu rahmetli babamın en son görev yeri olan Gelibolu'da doğmuşum.
Altı yaşıma kadar da orada yaşadık.
Ailenin önce istenmeyen, sonra annemin rüyasında Atatürk'ü görmesi ile neşterin ucunda kalmaktan kurtulduğum, yaşayacak günlerimi önce Allah'a sonra Atama borçlu olduğum Gelibolu.
Yatırlı evlerinde çocuk aklı ile geceleri uyumaya korktuğum da yadsınamaz bir gerçek.
Nedense zamanla alıştığım, korkularımı bir kenara bıraktığım da doğrudur.
Gelibolu deyince aklıma ilk Aziz şehitlerimiz, her karış toprağından fışkıran o mistik koku, yatırlı tek katlı evler ve akasya ağaçları gelir.
Yol kenarlarında, evimizin karşında, aşağıya doğru sarkık beyaz üzüm salkımı gibi duran çiçekleri ile muhteşem Akasya ağaçları.
Öyle ki; Mis gibi kokusunu nefesime çekerek, hem de o beyaz çiçeklerini lezzetli bir yemiş gibi zevkle yemek, nasıl bir duygudur?
Sanki ağzımın içinde, gövdesi mideme kadar inmiş akasyalar var gibi hissederdim, hafif tatlı çiçeklerini yediğimde.
Annem kızarak mani olmak istese de, gizli gizli o ağaca çıkmak, çiçeklerini üzüm salkımı gibi koparmak, çerez niyetine yemek en mutlu olduğum anlardı.
Rahmetli babam muharebeciydi 28.Tümen muharebe taburu.
Çankırı'da, memleketimde ki piyade okulundan mezun olmuş.
Aynı dönemden astsubay arkadaşı ile nereye gitseler buluşmuşlar.
Tesadüfi ya da kendileri tercih ederlerdi belki de şark hizmetini, aynı zamanda yapmışlar çünkü.
Oradan görev yerleri Gelibolu'ya gelmişler.
Ertuğrul amca eşi Engin teyze annemin ve babamın sanki kardeşleri gibiydiler.
Onlarda iki çocuk.
En son ben olmak üzere bizde de üç çocuk.
Ailenin küçüğü olarak hafif muzır oluşum, pratik zekâm, tüm yaramazlıklarımı kapatan, onları tebessüm ettiren bir artımdı benim için.
Bu yüzden kızmazlardı uzun uzun izah ederdim neden yaramazlık yaptığımı.
Evden eve telsiz geren babam, telefon konuşması yapar gibi onları bize, çaya ya da yemeğe çağırırdı.
Daha sonra annem ve aynı yaştaki kadim dostu Engin teyze, aralarında bu davetleri ve konuşmaları sürdürdüler.
"Haydi çocukları al bize gelin Engin'ciğim"
"Tamam canım çamaşırları asıp geliyorum, çayı koy"
O yaşlarda nasıl aklımda bu kadar anı kaldı, yol boyu onu düşündüm.
Evlerinin büyük bir kapısı, üstünde kocaman bir halkası vardı.
Onu üst üste ısrarla çalardı annem, kapı açıldığında ortadaki geniş avluda bir de çitlembik ağacı vardı iyi hatırlıyorum.
Çünkü minicik yani 3 buçuk kilo doğduğum, doğduğumda kapkara bir kız çocuğu olduğum için sanırım Ertuğrul amca ismimle hitap etmez, bana hep "Çitlembik" aşağı "Çitlembik" yukarı, seslenir dururdu.
Adım bu yüzden "Çitlembik" kaldı.
Ağacın üstünde de siyah minik minik karabiber gibi yemişi olurdu.
O ağaca da büyük bir zevkle, heyecanla, tarzan gibi tırmanırdım.
Çitlembik yemişini daha sonra hiç koparmadım, çok da sevmedim doğrusu.
Tadı bile aklımda kalmamış, bana benzettikleri çitlembiklerin.
Ufacıklığımı mı hatırlatıyordu neydi.
Diğer bir adım "Çitlembik" olduğu için mi dokunmadım?
Yol boyu bu yolculukta neden çocukluğumun mutlu yüzü ile birlikte geldiğim bir muamma.
Sanırım mutluluk kavramı çocuk yaşlarda elde edilen bir yeti, ne görürsen, ne yaşarsan o.
Küçük mutlulukları gizli gizli büyütmekti hayallerimizde.
Annemi, babam vefat ettikten sonra hiç yalnız bırakamadığım ve onun bu kadar uzak diyarlara giderken arkamdan mahzun, mutsuz bakışı aklımın bir yerine takılıp kalmış.
Onu yanıma almak yine eskisi gibi bir arada yaşamak, geçmişi sorduğumda unuttuğunu söylemesi, ancak akasya ağaçlarının çiçeklerini yediğim, diğer bir lakâbımın da Çitlembik oluşunu hatırlaması, rüyasında Atatürk'ü görmüş olmasını, ona "Savaşa gidiyorum dönmeyebilirim, bu çocuk kalsın, sana yükü olmayacak, ileride o sana bakacak" demesi ve bana her gittiğimde unutmadan, bıkmadan bunları anlatması, mutluluğumun içini dolduran, benim de mutlu olduğum hatıralardı.
Sabah erkenden kalkarak yola çıkmak istemem, sanki birisi bu mutlu anıları engelleyecek, annemi Bodrum'a getiremeyeceğim korkusundan.
Ankara'dan çıkana kadar iğne üstünde gergin bir halde idim.
Telefondan izin belgesi onayını büyüterek gösterdiğimde, jandarmanın bakıp inceledikten sonra yan gözle anneme bakarak, buyrun geçin der demez gaza basarak, "Yaşasınnn annemmm hadi gidiyoruz, çak bakayım" yapmak, ellerimizi birbirine vurmak, mutlu mesut gülümsemek, kahkaha atmak, mutluluğun aslında ne kadar kolay kazanıldığını, büyük mutlulukların da aslında bunların bileşkesi olduğunu anlıyorsunuz.
Her il girişinde annemi kaçırıyor gibi telefondaki onayı gösterdiğimde sorun çıkarsa korkusu, ardından sevince mutluluğa dönmesi, Bodrum'a giriş yapana kadar sürdü.
Yol boyu annemle türkülerin şarkıların gözüne vurarak güle oynaya gelmek, kilometreleri kısalttı gözümüzde.
Annemden yine istenmeyen çocuk olarak nasıl dünyaya geldiğimi hiç daha önce duymamışım gibi yaparak, aynı heyecanla dinlemek, bana da iyi geldi.
"Anlat anne" dedim, bin kere de anlatsan dinlerim.
Baştan sona her şeyi uzun uzun anlattı.
Aklımda akasya ağacının beyaz çiçeklerinin dilimde bıraktığı o nefis rahiyası, Çitlembik ağaçları, kapkara doğan küçük kız çocuğu yavaş yavaş geride kaldılar, mutlu olduğumu, sevincimi görünce.
Yanımdaki koltukta çocukluğumun yerine oturan annem, tıpkı onun gibi sevecen, şefkatle bakıyordu bana.
Ona her dönüp baktığımda gözlerindeki mutluluk, sevinç, o ışıltılı bakış görülmeye değerdi.
Mutlu olmak için başka neye gerek duyar ki insan?
Mutlu etmek ve bundan mutluluk çıkarmak.
Bodrum'a sağ salim girdiğimizde söylediği son söz:
"Biliyor musun sen Atatürk'ün dediği gibi hayırlı evlâtsın. İyi ki doğurmuşum seni... Allah sana sıkıntı yüzü göstermesin güzel kızım, vefalı kızım, minik Çitlembiğim. Seninle mutluyum"
........
Hayat enerjim canım annem iyi ki geldin, iyi ki benimlesin, ben de seninle mutluyum.
Bundan sonra ayrılık bitti, seni hiç bırakmayacağım.
Sen de beni bırakma.
Canım annem...
Benim akasya çiçeği kokulu annem.
En büyük mutluluğum.
Seni seviyorum...