Bizim gibi stratejik konumda olan ülkeler kenarda köşede kalanlara göre daha fazla imkâna sahip oldukları gibi daha fazla riskle de karşı karşıyadırlar. İçinden geçilen alangirli süreçler insanların kafalarını karıştırmak için yeterli oluyor. Gelin son gelişmeleri beraber okuyalım.
Kavgalar, düşük profilli ağız ile yapılan ucuz siyaset, batan ocaklar, arada bir yeniden azan terör, olmayan adalet gibi problemlerimiz iç sorunumuz gibi görünse de; aslında dış politikadan besleniyorlar.
Nitelemesi devamlı değişen malûm cemaat ekseninde yaşadığımız süreç, sadece bir cemaatin devleti ele geçirmek istemesiyle açıklanamaz. Burada esas kuklacının Amerika olduğu ve cemaat üzerinden Türk devletini yönlendirmeye çalışan bir “Atlantikçi” ekolün varlığı besbelli.
Bu ekol 15 Temmuz ile birlikte iyi bir darbe yedi. Siyasi iktidar kendi durumunu pekiştirmek için “Avrasyacı”ekole yaklaştı. Böylece özellikle güvenlik birimleri üzerinden Atlantikçi ekolün tasfiye süreci başladı. Suriye üzerinden odaklanan, ama Ortadoğu ve Avrupa ile ilişkiler açısından Rusya ile ortak çıkar endeksli işbirliğine dönen dış politikamız ortaya çıkıverdi.
Öyle ki; Rusya’nın Türkiye’nin Afrin’e müdahale etmesine yol verdiği, hatta El-Bab’ın güneyinin rejime terk edilerek Afrin’deki PYD güçlerinin Menbiç’e çekilme yolunun tutulduğu haritadan okunabiliyor. Türk Cumhuriyetlerinden askerlerinde Türkiye ve Rusya ile beraber Suriye’ye konuşlanacağı haberleri geliyor. Hatta hükümet mezhepçi politikasını bile değiştirme görünümü vererek Katar üzerinden İran’a da yaklaşmış durumda.
Bütün bu adımlar 15 Temmuzdan sonra özellikle Doğu Perinçek’in etkili olduğu bir grupla işbirliği neticesinde atılmış gibi...
Biz, siyasi iktidarın bu politikaları isteyerek uyguladığını düşünmüyoruz. Çünkü taşların yerine oturmadığı bir gerçek var. O da “hani bunun ilk sahibi?” diye sorduracak cinsten bir gerçek.
Türkiye’yi 15 yıldır idare edenlerin okyanus ötesi onay ile iktidara geldikleri iddialarını ve bu onay ile birlikte aralarında ki grift ilişki verilerini düşündüğümüzde bu manzaranın pek böyle devam etmeyeceği görülebilir.
Son zamanlarda AKP ile yeni ortağı arasında iplerin gerildiğini ele veren ipuçları kamuoyuna yansıyor. Bir bayram gibi kutlanmaya çalışılan 15 Temmuz’un yıldönümünde cemaat vurgusunun düşürülmesi, AKP içinde ki fetocu ayıklamasının bir türlü yapılmaması, Fethullah Gülen’in darbeyi “Atatürkçü-ulusalcı” çizginin üzerine yıkacak açıklamada bulunması, gerçekleşen kabine değişikliklerinde “fetocu” geçmişin kabineye taşınması kulağımıza kar suyu kaçırıyor. Bu kar suyu yeni müttefikle yapılacak olan kavgaya destek ayağı elde etmek ve tekrar Atlantik eksenine dönmek için yeni bir “U” dönüşünün sinyali olabilir.
Anlaşılan odur ki; hem dış politika da hem de iç politika da yeniden keskin bir değişikliğin eşiğindeyiz. Çünkü, Atlantik eksenine tekrar yaklaşmak isteyenlerin yanaşacakları işlerine gelecek başka bir müttefik görünmüyor. Kartlar yeniden karılır, şartlar yeniden konur, konumlar ayarlanır, el yeniden başlar. Hatta isimlendirmeler bile bir gece de değişiverir.
Cumhuriyet değerlerlerine saldırması yeni “U”dönüşü ve yeni kavganın Atatürk ve Cumhuriyet üzerinden yaşanacağı görülüyor. İnşallah yanılırız.
Rusya’nın Ermenistan ile savunma işbirliği anlaşması imzalaması, Katar ile ABD’nin uzlaşması ve bu uzlaşmanın ardından AKP Genel Başkanının Katar yolculuğu da taşların yerinden oynamaya başladığını gösteriyor.
Biz, Atlantik-Avrasya çizgisinden herhangi birinin yanında değiliz, biz Türkiye’nin çıkarına ne olursa, Türkiye hangi ilişkiden an az zarar ve en fazla kar ile kalkacaksa orada oluruz. Ancak; devletin ulvi çıkarları değil, kendi karmaşık ilişkilerine göre karar vermek zorunda olanlar için milli çıkarlar sadece slogandan ibarettir.
Bu safha da yeni bir geri dönüşün nasıl olacağını sorabilirsiniz. Hayatı “siyasi zikzak” yapmakla geçenler için olmayacak dönüş mümkün değildir. Dün söylediğinin yarın tam tersini söyleyenler için bundan kolay ne var?
Türkiye’de gerçek milli çıkarlara göre bir yönetim uygulanmış olsa, Çin Doğu Türkistan üzerinde baskı uygulayabilir mi?
Bu şartlar gösteriyor ki, dönüş yapacak olanlar bu dönüşlerini beka üzerine değil, kendi oluşturdukları “Yeni Sınıf” menfaati üzerine yapıyorlar. Üstelik bu yeni sınıf sanayi toplumlarının ihtiyaç duyduğu milli bir burjuvazi de değil…
Milli olmayanların oluşturdukları yeni sınıfta milli olmayacağına göre seçtikleri küresel ortaklar ile girdikleri ilişkilerde milli menfaatleri öncelemeleri de beklenemez. Nihayet, öyle de oluyor.