Asgari ücret konusunu ilk açıklandığı günlerde değil, paranın ele geçeceği tarihe yakın yazmamın bir sebebi var. Zira aradan geçecek 1,5 ay içinde satınalma gücündeki değişim de görülsün istedim.
Henüz görüşmeler sürerken; artan ücretlerin Şubat ayında ele geçeceğini, ancak bazı mal ve hizmetlerdeki fiyat artışlarının bu süreyi beklemeyeceğini belirtmiştim. Örneğin son bir ayda kırmızı ete ard arda 3 kez ve toplamda yüzde 30 fiyat artışı geldi. Damacana suya bir hafta önce gelen zam ile de yıllık fiyat artışı yüzde 160’a ulaştı. Yani marketlerin bazı temel ürünlerdeki ‘fiyat sabitlemesi’ dışında beklenen oldu. Zaten marketlerde de sınırlı sayıda ürün için bu söz verilmişti.
Dolayısıyla fiyatlar kısmını geçtiğimiz haftalarda “Fiyat sabitleme nereye kadar ?” başlıklı yazımda açıklamıştım. Ücret kısmına ise şimdi bakacağız…
Görüşmeler sürerken açlık sınırı olarak, Türk-İş tarafından açıklanan Kasım ayına ait 7.785 TL gündemdeydi. Yeni net asgari ücretin 8.506 TL olarak açıklanmasından sonra ise Aralık ayına ait açlık sınırının 8.130 TL olduğunu öğrendik. Bundan ne anlamalıyız ?
Yeni asgari ücret ele geçmeden önce Ocak ayına ait açlık sınırı da açıklanacak ve kuvvetle muhtemeldir ki güncel açlık sınırı asgari ücreti aşacaktır. Şubat ayından itibaren ise hızlı değişen bu tabloda alım gücünün korunması mümkün olamayacaktır.
Şimdi en kestirme şekliyle basit bir hesap daha yapalım. Ülkemizde orta ve alt gelir grubu tarafından en fazla tüketilen birinci ürün ekmektir. 2021 yılında ekmeğin fiyatı 1,5 lira ve net asgari ücret 2.825 liraydı. Alınabilen ekmek sayısı da 1883 adetti. 2022 yılı sonunda ekmeğin fiyatı 5 lira ve yeni açıklanan net asgari ücret ise 8.506 lira oldu. Alınabilen ekmek sayısı da 1701 adete düştü. Yani 182 adet eksildi. Ocak ayının sonlarına geldiğimiz şu günlerde ise İstanbul’da 240 gr ekmek 6 liraya satılmaya başlandı. İşte gerçek tablo budur. Bunu et olarak, peynir olarak, yumurta veya damacana su olarak ölçmekte mümkündür. Ancak ekmek hayatımızdan çıkartamayacağımız tek üründür. Dolayısıyla ele geçen paranın cüzdana sığmayacak kadar çok olması bir şey ifade etmez, o çok parayla neler alma imkanı olduğu önemlidir.
Avrupa’da asgari ücret bizdeki kadar çok konuşulmaz. Zira birçok ülkede çalışan sayısının en fazla yüzde 7-8’i asgari ücretlidir. Bizde bu oran yüzde 55 olduğu gibi asgari ücretin çok az üzerindeki ücretler de eklendiğinde bu oran yüzde 60’ı da geçmektedir. Yani bizdeki asgari ücret gerçekte ortalama ücret sayılabilir. Bu durumda; 2021 yılında 2.825 TL olan asgari ücret, 2022 yılı başında 4.253 TL, yıl ortasında 5.550 TL, 2023 başında da 8.506 TL olduğu halde ‘hangisinin alım gücü daha yüksekti ?’ sorusunun cevabı bellidir. 2.825 TL’nin alım gücü 8.506 TL’den daha yüksekti. Yani her yeni asgari ücret eskisini aratır hale gelmiştir. Bunun sebebi olan yüksek enflasyon çok konuşulan refah payını gündemden düşürüyor, refah kaybı ise yıpratıcı etkisini sürdürüyor. Hepsi bu kadar mı ?
Enflasyonun artması, nasıl ki ücretlerde büyük oranlı artışı (yetersiz olsa da) gündeme getiriyorsa, bu ücret artışı da tekrar fiyat artışlarına (enflasyona) kapı aralıyor. Yani yumurta-tavuk örneği burada da geçerliliğini koruyor…
Ücretler devamlı enflasyonun altında kaldığı için reel olarak düşüşler kaçınılmaz oluyor. Bunu GSYH verilerinden de görmek mümkündür. 2017 yılında ücretlerin milli gelirden aldığı pay yüzde 39 iken, 2022 yılı üçüncü çeyreğinde yüzde 30,1’e kadar gerilemiştir.
Çalışanların geride bıraktıkları kayıpların kabulü şartıyla; asgari ücretin yeterli olup olmadığı beklenen enflasyona bakarak ölçülür. Bu konuda da daha şimdiden belli olan durum; yetkililerin “gerekirse ara zam yapılabileceği” ifadeleridir. Bu da yeni artışın, beklenen enflasyon oranının altında kalma ihtimaline işarettir. Nitekim Ocak 2022 ve Temmuz 2022 için açıklanan yüksek oranlı asgari ücret artışlarına enflasyondan arındırarak bakıldığında alım gücünün düştüğü nasıl görüldüyse; Haziran 2023’e gelindiğinde de alım gücünün Ocak 2023’e göre düştüğünü görmek hiç sürpriz sayılmayacaktır.
Bir hassas nokta da; çalışanın cebine 8.506 TL girerken, işverenin cebinden de 11.759 TL çıkacak olmasıdır. Bunun faturası da dönüp dolaşıp yine tüketiciye gelecek ve bu kısır döngüden çıkılamayışının neticesi de aşağıdaki olumsuzlukları gündeme taşıyacaktır.
. İşveren yükünün artması maliyet enflasyonunu,
. İşten çıkartma riskini,
. Kayıt dışına kayma eğilimini artıracak,
. Ücret artışları talep enflasyonunu da tetikleyecektir.
Sonuç olarak; bu çerçevede asgari ücretli için hayat standardının artması söz konusu olamaz. Yüzde 55 artışa rağmen asgari ücretlinin alım gücü ortadayken; daha önceki yıllardan da alacaklı olan memur ve emeklinin yüzde 30’luk artışını konuşmak zaman kaybıdır. Zira yetersizlik çok açık ortadadır.
Avrupa ile kıyaslama yapılamayacağını, şimdiye kadar “İki ülkede iki alışveriş” yazı dizimizde verdiğim onlarca örnek ile yeteri kadar anlatabilmiş olduğumu zannediyorum.
Refah kaybındaki bu hızı sadece tek haneli enflasyon kesebilir. Başka bir çözümü de yoktur. Olası yüzde 30-40 enflasyon oranları bile, teselli bulunamayacak seviyede ve hâlâ küresel anlamda az sayıdaki yüksek oranlar arasında yer almayı sürdürecektir. Önlenemezse sermaye bir kesimde birikmeye devam edecek ve gelir dağılımındaki bozulma da sürecektir.
Bir an önce tek haneli enflasyon günlerine dönmek dileğiyle…
Gelecek yazıda ülkemizin en büyük araştırma kuruluşu tarafından yapılan rakamsal tespitleri yorumlayacağım ve alım gücü düşüşünün alışverişe nasıl yansıdığını ayrıntıları ile daha canlı izletmeye çalışacağım.