Bugün biraz bencillik yapıp size babamdan söz edeceğim. Belki okuyacaklarınız arasında kendi babanızı da bulabilirsiniz. 1920’li 30’lu jenerasyon birbirlerine çok benziyor.
Bu yazı İnci Kuzucuoğlu, Nil Yazan, bendeniz ve İlgi Yazan’ın babası olan Memduh Yazan’a dairdir... Kırım Bahçesaray’da zulüm gören Türkler'den Huriye ve İlyas birbirlerinden habersiz Türkiye’ye doğru doğru yola çıkarlar ve Bursa’ya yerleşirler. Tanışıp evlenirler ve 1925’de Memduh doğar. Bu arada babası İlyas Bursa Tahtakale’de küçük bir çarıkçı dükkânı açar. Sanatkârdır, tek sermayesi bir tahta sandalye ve çalı süpürgesinden ibarettir. İşini sanatkârlığı ile büyütür ve Bursa’nın sayılı zengin ailelerinden biri olur. Yaptırdığı evin içinde hamam vardır. Banyo demiyorum. Hamam diyorum. Bildiğinizi göbek taşı, kurnaları olan hamamdan bahsediyorum.
Bu arada küçük Memduh büyümektedir. Artık varlıklı bir ailenin çocuğudur. Beş yaşında sünnet olacakken kazanlarla yemek pişirilir, onlarca aşçı yemekleri hazırlar, yüzlerce hizmetli dağıtırlar.
Memduh büyür, okuduğu okullarda notları yüksektir, okuldan arta kalan zamanlarda babasının tabakhanesine (deri fabrikasına) yardıma gider. Aktif bir gençtir. Sporla ilgilenmeye başlar. Çarık üretirken kullandığı araçlar yüzünden kolu ve omuzları güçlüdür. Bursa Erkek Lisesi’nin hentbol takımındadır. Gülle ve cirit atma dalında Marmara Bölgesi şampiyonlukları elde eder. Özellikle matematik ve fizik meraklısıdır. Okuduğu lisede proje üretirler ve Tübitak’a sunarlar. Proje koordinatörü liseli Memduh’tur. Proje “elektrikli top” projesidir. Barut kullanmadan sadece elektrik enerjisi ile mermiyi hedefe gönderen bir silah geliştirmekle uğraşırlar. Tesla tadında çalışmalar yaparken Tübitak “yeterli ödenek olmadığından” diye başlayan klasik matbu mektubu gönderir. Memduh üretken olduğu kadar da “tavırlı” bir adamdır. Okul arkadaşlarıyla oluşturduğu, formül ve ölçümlerin olduğu defteri yanan sobaya atar.
İlk göz ağrısı İnci Kuzucuoğlu der ki;
Okul birincisi olduğu yılda, Bursa’ya gelmiş olan Atatürk kendisine imzalı kitabi Nutuk’u hediye etmiştir.
Gün gelir, tüm dersleri 5 üstünden 5’ken edebiyat hocası karne notunu 4 olarak belirler. O gün babası “başarısız oldun” diyerek onu okuldan alır. Bu yüzden üniversite okuyamaz. Evde “üvey evlat” muamelesi görmeye başlar. İşten atılır. Fırıncılık yapar, çeşitli işlerde çalışır. İlk evliliğini yapar ve evlilikten İnci ve İlgi doğar. Evlilik maalesef yolunda gitmez. Ayrılıkla sonuçlanır.
Memduh ikinci evliliğini Aysel (annem) ile yapar. Annemin babası sancılı bir evlilik yaşayan ve eşinden ayrılan annemi “Bursa’nın varlıklı ailelerinden” diye babam Memduh’la evlendirir. Oysa aile içi ilişkileri karışıktır. Detaylara karşıma hukuk çıkacağı için giremem, ancak İlyas dedemin güvendiği dağlara kar yağar, oğlunun evine sığınmak zorunda kalır. İlyas Bey kahrından akciğer kanseri olmuştur. Annem bana hamiledir. Babaannemin geçimsizliği sürer, “evin içinde hamamı olan” konakta yaşayan İlyas bey ve Huriye hanım Hamzabey’de tek odalı bir ev tutarlar.
Bu arada Murat doğmuştur... Unutmadan eklemeliyim, babam erkek çocuk sahibi olmak gibi bir derdi vardı. İlk 3 çocuğu kız olduktan sonra doğunca beni babasına götürmüş ve çıplak halimi göstermiş. Anlamadığım şekilde mutlu olmuşlar. Bunu da kız kardeşlerime haksızlık olarak görüyorum.
Dedemin kanseri ilerlemiş ve anlattıklarına göre ilaç içmiyormuş. Benim 2 yaşındaki parmaklarım arasına ilacını sıkıştırıp “Bak torunun veriyor” diyorlarmış, O da “Onun elinden zehir olsa içerim” diyerek ilacını alırmış.
Babam belki de hayatını değiştiren babasına kin duymadı, en zor zamanında ona sahip çıktı. Gerçekten özel bir adamdı. Kendimi bildim bileli dışarıda arkadaşlarıyla çilingir sofrası kurduğunu bilmem. Akşamcıydı, iş dönüşü banyosunu yapıp iki duble rakısını içerdi. Cumartersi günleri tavuk, Pazar günleri balık günümüzdü. Evimizden misafir eksik olmazdı. Tavla hastasıydı. Yaşasaydı da oynasaydık keşke...
Her bayramı Bursa’da geçirirdik. Nil ablam bu yazıya bir not düşmek istedi. Kuyumcuya ablam için bileklik (künye) siparişi vermiş, kuyumcu geç yetiştirmiş. Arife günü sabahın köründe kızına yaptırdığı hediye için kuyumcuyu açtırıp bilekliğini almıştı. Bursa yoluna ondan sonra düşmüştük.
Anneme çok değer verdi. Annem de ona... Kadıköy’deki dükkân evin giriş katındaydı. Zili çalardı, annem cama çıkardı, sipariş listesi evden iletilir, babam almaya giderdi. Kadıköy’deki kasabı halen hayattadır. Kıymayı “etten” saymazdı. Tüm tatarlar gibi eti “et” gibi yemeyi tercih ederdi.
Ketumdu, fazla konuşmazdı. İlginç ve karmaşık bir adamdı.
Bunları anlatmamın nedeni babam hakkında biraz fikir sahibi olmanızdır.
Benim babamı çok tanıma fırsatım olmadı yazık ki.
Ben orta 2’ye giderken hayata gözlerini yumdu. 26 Ağustos 1983.
Kumlamayla cam dekoru yapıyordu. Silikozis denilen, o günlerde bilinmeyen bir hastalık yüzünden hayatını yitirdi. Ölümü hiç kolay olmadı. İki yıl sürdü ve terminal dönem denen süreci uzun sürdü. Bilincini kaybetti. 1.80 boylarındaki dağ gibi adam 40 kiloda zor nefes alarak hayata gözlerini yumdu. Acı veren anılardır bunlar detaylara girmek istemem.
Peki, hak ettiği değeri ailesinden bulamayıp onca varlığa rağmen hayata sıfırdan başlayan bu adamdan evladı olarak ne öğrendim?
Annemin gözüne bakardı.
Aile Danışmanlığı eğitimi alan biri olarak “iyi baba” olmanın yolunun önce “iyi eş” olmaktan geçtiğini biliyorum.
Hataları olmamış mıdır?
Bin tane hata yapmıştır. Peygamber değil, Tanrı değil. Hata yapacak, yaptı da.
Lisedeki Tesla’lığına hayatında da devam etti. Onu hep gizemli bir adam olarak hatırlayacağım. Barış Manço yakın dostuydu. Ünlü ressam Süheyl Ünver bizim atölyeden çıkmazdı. Bir gün Kadıköy Çarşısı'na baba oğul el ele inmiştik. Başında siyah beresi olan bir adamla dakikalarca konuşmuştu. “Baba bu kim?” diye sorduğumda “Haldun Taner, oyun yazarı” dediğini bugün gibi hatırlarım.
Dost biriktiren adamlardandı.
Çocukluğumuzda en büyük hediyelerimiz kitaplar ve satranç takımı olurdu.
Babamın yaptıkları bir köşe yazısıyla anlatılmaz, daha ne anılar var. İstanbul'un eski vapurlarının cam işçilikleri kendisine aittir. Fenerbahçe vapuru Koç müzesindedir en kısa zamanda ziyaret edip elimi o camların üzerinde gezdirmek isterim. Marış Manço'nun müze haline getirilen evindeki kapı camları da babamın eseridir.
Hayattaki babalarınıza sarılın, ölenlere rahmet dileyin.
Hepsinin sizin varlığınızda tartışılmaz katkıları var!
Bu hayattan çok güzel bir adam gelip geçti. Okul birincisiyken edebiyatta 5 üzerinden 4 aldı diye okuldan alınmasaydı ya bilim adamı olurdu ya da hayata ciddi katkılar sunan birine dönüşürdü. 56 Yıllık hayatına çok anı, çok iyilik, çok dost sığdırdı. Ardında dört evlat bıraktı. Hepsi kendi şartları içinde hayatlarına devam ediyorlar. İnci, Nil ve ben önemli yerlerde, hayata dokunan insanlarız. Çok değerli torunları dünyaya geldi. Şahver, Elvan ve Tuna. Şahver akademik hayatına Kanada’da devam ediyor. Elvan da Kanada’da harika ailesinin annesi ve eşi. Tuna İzmir’de gazetecilik okuyor. Ondan çok umutluyum.
Bu yazıyı tek başıma yazmak istemedim ve İnci ve Nil ablamlara yazımı okuttum, onların da katkılarını rica ettim. Sağ olsunlar destek verdiler.
“O Şimdi Asker” filminde bayıldığım bir diyalog vardı. Ali Poyrazoğlu “Babalar evlatlarını toprağa değil, içlerine gömer” demişti.
Sanıyorum evlatlar da babalarını içlerine gömüyor.
Babalar günümüz kutlu olsun...