Başkanlık sistemi (Bile bile lades) ve alternatifi-2

Halil KONUŞKAN

Ülkemizde 150 yılık demokrasi serüveni ve milletleşme süreci cumhuriyetle birlikte yeni bir aşamaya girdi. Batı ‘da uzun yıllar süren kanlı hesaplaşmalar sonucunda demokrasi ancak gelebilmişken, bizde topluma adeta tepsiyle demokrasi sunuldu. Okuryazar oranının düşük olduğu, imparatorluk kültüründen beslenen vatandaşın padişaha “ben kulun” diye başlayan hitabından bireyselleşmeye giden süreç maalesef tamamlanamadı. Diğer yandan cemaat, tarikat ve aşiret kümelerini aşamamak milli devlette demokrasi kültürü önünde en büyük direnç kaleleri olarak ortaya çıktı. Nitekim 15 Temmuz darbe teşebbüsü insanımızın hala bireyselleşemediğinin en somut göstergesidir. Tek kişiye bağlılığın acı da olsa tecrübesini yaşadık, kanlı 15 Temmuz darbe teşebbüsüyle de yaşayarak bedelini ödedik.

Ülkemizde iktidara talip olanların devleti ele geçirilmesi gereken aygıt olarak gördüğü, kendi kadrolarıyla devlet bürokrasisini şekillendirmek istediği bir süreçten geçiyoruz. Dün bunu cemaat yaparken bugün bütün kurumlar AKP yandaşlarıyla doldurulmaktadır. Memur-Sen hükümet adına militanlarını önemli mevkilere göstermelik bir mülakat anlayışı ile getirmektedir. Sağlık, eğitim, ekonomi, kültür ve diğer politikalar AKP ideolojisine göre pervasızca şekillenmektedir. Dünün altın nesli TBMM ve cumhurbaşkanlığı köşkünü bombaladı, bugün öne çıkarılan dindar nesil -aslında kindar nesildir- bakalım ülkenin başına hangi çorapları örecek?

Sosyal ve siyasal fay hatlarımızın tarihte görülmemiş şekilde ayrıştığı bir dönemde sistem tartışmalarıyla adeta harakiri yapmaya çalışıyoruz. Böylesi bir toplumda gücün tek kişide toplandığı bir lider düşünün…

Bütün bu içten ve dıştan yapılan baskıların birçok nedeni vardır ama hiçbiri ülke yönetiminin daha iyiye gitmesiyle ilgili kaygılardan kaynaklanmamaktadır. Ya farklı ajandaları vardır ya da emperyal şirketlere pazar alanı açma çabası söz konusudur.

Başkanlık sistemi arzuları küresel şirketlerin milli devletleri zayıflatarak etnisitelere dayalı küçük ölçekli devletçiklerin oluşmasını sağlayan bir niyetin çabasıdır. Zira milli devletler, küresel şirketlerin mal ve hizmetlerinin istenildiği gibi dolaşımına ve küçük pazarları yutmasına engel olarak kabul edilir. Gelişmiş batılı devletlerin başta bizim ülkemiz olmak üzere Ortadoğu da oynadığı oyunlar bu zihniyetin dışa vurumu olarak karşımıza çıkmaktadır.

Öte yandan Başkanlık sisteminin genellikle sonradan oluşan ve bir millete dayanmayan coğrafi devletlerde uygulandığını görüyoruz. Dünyadaki otuziki örnek içerisinde kadim bir millet unsuruna dayanan ulus devlet örneği olarak sadece Afganistan’ı gösterebiliriz. Örneklerden de anlaşıldığı üzere kadim ulusların kurdukları devletlerin bu sistemi tercih etmedikleri, genellikle coğrafi bölgelere göre kurulan devletlerin başkanlık sistemini tercih ettikleri görülüyor.

Bu bilgiden hareketle; ulus devletlerin başkanlık sistemini uyguladıklarında ya ulus devlet özelliklerini kaybedeceklerini ya da parçalanmaya kadar gidecek büyük problemlerle karşılaşabileceklerini rahatlıkla söyleyebiliriz.

O halde, küresel şirketlerin ulus devletleri de başkanlık sistemi uygulayıcıları arasına katma gayretleri daha bir anlam kazanıyor.

Coğrafi zemin üzerine kurulu ülkelerde ise Başkanlık sistemi toplumu bir arada tutabilen bir sistem olarak karşımıza çıkabilir.

Chavez, Venezuela’da 1998 yılında Devlet Başkanlığına seçildi. Antikapitalist, antiemperyalist, vatansever, bolivarcı ama sosyalizme kayan uygulamalarda bulundu. Dört defa halkoyuyla Devlet Başkanı seçildi. (12)

Halk tarafından sevildiği kesin bir siyasetçi olan Chavez’in sağladığı dönüşüm başkanlık sisteminin devleti dönüştürmesine kuvvetli bir örnek teşkil etmektedir.

Bu safhada aklımıza bazı sorular geliyor. Chavez ülkesini emperyalist etkilere karşı korumaya alırken, AKP iktidarı pekte bize benzemeyen ülkelerde uygulanan bu sistemi neden dayatıyor, Chavez’in dönüşümü Venezuela halkının yararına sonuçlar verirken, Türkiye’de şimdiye kadar yapılan uygulamalar halkımızın zararına sonuçlar vermişken, bu rejim değişikliği ısrarının sebebi nedir?

AKP’li cumhurbaşkanı ve AKP hükümetlerin yargıdan, yasamaya, kamunun bütün bürokrasisini mutlak hâkimiyetlerine aldığı bir süreçte başkanlık sistemini gündemde tutmalarının acaba başka gerekçeleri mi var?

Cumhurbaşkanı parti genel başkanını ve başbakanı hemen değiştirebilecek güce sahip iken başkanlık sisteminde böylesi yetkileri de olamaması gerektiğine göre; “farklı bir yönetim şeklinin temelleri mi atılıyor, ya da geçmişiyle ilgili hesap vermemek adına kanuni bir zırha mı bürünülüyor?” sorularını da sormadan edemiyoruz.

Evet, bu şartlarda başkanlık sistemi Sayın Bahçeli’ye gelen bir ilhamla gündeme taşındı. Bu ilhamın kaynağı da sebebi de araştırılmaya değer…

Bahçeli’ye sormak lazım. Halkın büyük çoğunluğunun desteğini almadan sadece muarızlarına karşı birinci ve ikinci olanların seçilme şansı olan sistemde örneğin; % 28 oy alan x adayı ile % 25 oy alan y adayı arasında yapılacak başkanlık yarışından eğer x adayı başkan seçilirse aslında toplumun % 28’inin, y adayı başkan seçilirse aslında toplumun % 25’inin kesin desteğine sahip bir aday seçimi kazanmış, ama bu kişi ülkeyi büyük bir yetkiyle yönetme hakkını da kazanmış olmayacak mı?

AKP ve Sayın Bahçeli’nin ortaya attığı sistem Şili’de uygulandı.

1970’te sol ittifakın başına geçen Salvador ALLENDE, seçimi kazanarak ülkeyi yönetmeye başladı. Başkanlık sistemi dolayısıyla % 37 ile seçimi kazanan Allende, aklındakileri uygulamaya, muhalefetin itirazlarına aldırmadan ülkeyi Marksist bir çizgiye çekmeye başladı. Sonunda kendi atadığı Genelkurmay Başkanı Augusto PİNOCHET tarafından askeri bir darbeyle devrildi. (12)

Burhan Kuzu, başkanlık sisteminin dayandığı ilkeleri, ABD örneğinden

hareketle, üç noktada toplamaktadır. Bunlardan ilki sert kuvvetler ayrılığı, ikincisi yürütmenin yasamaya üstünlüğü, üçüncüsü ise kuvvetlerin birbirini kontrol etmesidir. Kuzu iki organ arasında çıkabilecek uyuşmazlıklara rağmen sistemin işleyebilmesi için kuvvetlerin birbirini kontrolüne ihtiyaç olduğunu vurgular. Bu kontrol mekanizmasının “fren ve denge sistemi“ olduğunu ifade eder. (1)

Halbuki, durum hiçte Burhan Kuzu’nun söylediği gibi değildir. Başkanlık sistemi içinde kuvvetler ayrılığı ilkesinin hem dünyada ki uygulamalarda verimli işlemediği, hem de Türkiye’de ki mevcut iktidarın kuvvetler ayrılığına dikkat eden bir öneri getirme niyetinde olmadığı şimdiye kadar yaptığı uygulamalardan anlaşılmaktadır.

Başkanlık sistemi açsından telafisi zor olan ise hukuki düzen olarak karşımız çıkıyor. Belli bir kişinin, sınıfın, zümrenin, oligarkın, cemaatin, etki grubunun, çıkar grubunun hatta kabilenin eline geçebilecek olan devletin toplumun elinde kalması için hukukun bağımsız olması ve bağımsız işlemesi gerekmektedir.

Bunun içinde kuvvetler ayrılığı ilkesinin net bir şekilde uygulanması çok önemlidir. Oysa, ülkemizde bugün için dahi kuvvetler ayrılığı yerini kuvvetlerin birliğine terk ederken içinde kuvvetler ayrılığı kalın çizgilerle belirlenmemiş bir başkanlık sistemi bizi “parti devleti”ne götürebilir.

Eğer, yeni bir sistem getirilecek ve bu sistem de örneğin; anayasa mahkemesi üyeleri başkan tarafından atanmayacak, tamamen bağımsız olup gereğinde başkanı bile yargılayabilecekse o zaman olaya başka türlü bakılabilir. Ancak ülkemizde böyle bir teklif ihtimali olmamasına rağmen ısrarla başkanlık sistemi talep edilmesi otokratik bir anlayışı turnusol kâğıdı gibi karşımıza çıkartmaktadır.

Başkanlık sistemi uygulanan ülkelerde hukuk garabetinin önüne geçebilmek için hiçbir sosyal etki altında kalmayacak “Yüksek Hukuk Konseyi” gibi kurumlar oluşturulmuştur. Bazı ülkelerde bu konsey devlet adamları tarafından atanmamakta, örneğin; devlet ve hukuk tecrübesi olan kişilerden oluşturulmaktadır. Ayrıca bu gibi kurumları ve görev yapacak adalet dağıtıcılarını da denetleyecek başka kurumlarda gerekecektir.

Oysa Türkiye’de bu gibi bir teklifin gelme ihtimali görülmemektedir.

Hukukun aksadığı, kuvvetler ayrılığının işlemediği ülkelerde yolsuzlukların önüne geçmekte zor olacaktır.

Hukuk sisteminin işlememesi iktidar sahipleri açısından tam bir nalıncı keserine dönüşüyor. Başkanlar ve başkanların çevresi iktidardayken haklarında herhangi bir soruşturma yapılamıyor. Yani denetim yok. Bu da büyük yolsuzlukların yapılmasına, başkanın sülalesinin aşırı zenginleşmesine, keyfi kararlar alınıp uygulanmasına ve devlette tek taraflı katı kadrolaşmaya gidilmesine sebebiyet vermektedir.

Bu sistemi uygulayan bazı ülkelerde Yüksek Hukuk Konseyleri çalışabildiği için en azından başkanların görev süresi bittikten sonra haklarında davalar açılıp, gerekli cezalar verilebilmektedir. Brezilya ve Arjantin’de bu durumun örnekleri yaşanmıştır.

Ancak bizde bağımsız bir hukuk sistemi kurulması da öngörülmediği için tehlike daha büyük boyutlarda yaşanacaktır.

Güç bütün erkleri tek elde topladığından dolayı, yolsuzluklar, usulsüzlükler hatta katliamlar bile diktatörler öldükten veya görevden uzaklaştırıldıktan sonra ortaya çıkmaktadır.

Filipinler, Panama ve Nikaragua’da da öyle olmuştur.

Ferdinand Emmanuel Edralin MARCOS, 1965 yılında sert geçen bir başkanlık seçimi sonrasında iktidara geldi. Komünistleri ve ayrılıkçıları sebep göstererek, bütün muhaliflerini sindirmeye başladı. Sıkıyönetim ilan etti, anayasada kendi yetkilerini arttırdı. Başbakanlığı’da bizzat üstlendi. Muhalefeti cılızlaştıran uygulamalara girdi. Girdiği seçimleri tekrar tekrar kazandı. Akrabalarını devlet kurumlarına yerleştirdi. Güçlü bir muhalifi olan Benigno AQUİNO havaalanında öldürüldü. Ama eşi Corazon AQUİNO’nun arkasına aldığı halk hareketinden kaçamadı. Hawai’de sürgünde öldü. İktidardan düştükten sonra yaptığı yolsuzluklar ve usulsüzlükler ortaya çıktı. (12)

Panama Devlet Başkanı Manuel Antonio NORİAGA, özellikle Panama Kanalı politikası sebebiyle ABD’yi rahatsız etti. Ancak kendisinin yönetim şekli tasvip edilecek gibi de değildi. Kara para aklamaktan, uyuşturucu tacirliğine kadar elinin uzanmadığı yer kalmamasına rağmen iktidarı elinde tutuyordu.

1989 seçimine hile karıştırdığı iddialarından sonra ABD tarafından ülkesi işgal edilip, kendisi de savaş suçlusu olarak tutuklandı. (12)

Başkanlık sisteminin uygulandığı bazı ülkelerde ise bir ailenin bireylerinin sırayla iktidara geldikleri ve baskıcı bir yönetim sergilediklerinin örnekleri de var. Bunlardan en can alıcı örnek Nikaragua’da bir nevi saltanat süren Somoza ailesidir. Önce Anastasio SOMOZA, sonra oğlu Luis, sonra da kardeşi Anastasio Başkanlığa getirildiler. Uluslar arası deprem yardımlarını bile zimmetlerine geçirdikleri anlaşılan aile bir halk ayaklanması sonucu alaşağı edildi. (12)