Benim Sevgili Öğretmenim (2)
Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nde 1950 li yılların ilk yarısı içinde öğrenci iken iki öğretmenin beni güç durumlarda bıraktığından söz etmiştim. Birini anlattım. İkinci yazıyı da bugün sunuyorum. Türk öğretmen topluluğu içinde çok değerli öğretmenler olduğunu biliyorum. Burada yazdıklarım iyi öğretmenlerin hiç biriyle ilgil değil.
Mesleği de karalamış olmuyorum. Nasıl ki, gazetecilikte de pek kötü insanlar var, örnek isteyen olursa bire bir yaşadığım olaylardan da örnekler vereblirim. Tıpkı onun gibi öğretmenlik gibi gül bahçesinden oluşan alanda da dikenler elbette var.
Şimdi olayı sunuyorum:
“Ve şimdi de sıra Halil Öztürk’te. Konuyu baştan alayım. Okulda yemekhane girişine bir Duvar Gazetesi asmışlar. Öğretmenlerimiz ve eşleri hakkında büyücek kâğıtlara elle yazılmış yalan yanlış suçlamalar içeren bir girişim.
Yazılarda ustaca bir dil kullanılmış. Okulda edebiyattan en çok anlayan ve dergilerde yazısı ve şiirleri yayınlanan hangi öğrenci var? Zeynel Kozanoğlu. Öyleyse bu yazıları o yazmıştır. Zeynel’den başkası olamaz bu. Nasıl? Mantığı beğendiniz mi?
Okul idaresi yazılı sınav kağıtlarımı inceletmiş. El yazıma baktırmış. Beni okutan öğretmenlerle konuşmuş. Bu hergeleliği benim yapmadığıma karar vermişler. Halil Öztürk dışında bütün öğretmenler bu sonucu kabul etmiş.
Hiç bir şeyden haberim yok. Tatil bitti, köyümden okula döndüm.
Halil Öztürk altıncı sınıfta Teşkilât ve İdare adlı dersimize girecek öğretmen.
Müslim Pekgöz adlı Kimya öğretmenim ile başım dertten henüz kurtulmuş şimdi de bir Halil Öztürk Cephesi açılmış oluyordu. Bunu yıl sonunda daha iyi anlayacaktım. Altıncı sınıfı da okudum. Halil Öztürk’ün dersi dışında takıntım yok.
Arkadaşlarımın hepsi öğretmen çıktılar. Görev yerlerine gittiler bile.
Teşkilât ve İdare dersinin kitabı altmış sekiz sayfa. İlkokula öğrenci nasıl yazılır, okula düzenli olarak devam etmeyen çocuk için başvurulacak yasal yollar nelerdir, üst makamlarla yazışmalar nasıl sürdürülür... gibi konular anlatılıyor.
Ben yaz boyunca kukumav kuşu gibi okulda kaldım. Bütün öğrenciler köylerine dağıldı. Benim gidecek yerim olmadığından, gidebileceğim bir iki yere karşı da yüzüm tutmadığından okulda kaldım ve ders kitabını kırk elli kez daha hatmettim.
Ve sınav günü geldi çattı. Halil Öztürk’ün yanı sıra iki mümeyyiz var. Sözlü sınavda üç soru soruluyor. Az önce okul müdürü Kemal Üstün geldi, sınav odasına girdi ve çıkmadı. Benim için iyi mi oldu, kötü mü oldu, bilemiyorum.
Derken sınavdayım. Yaprak gibi de titriyorum. Müdür bey açmış gazetesini okuyor. Sınavla filan ilgilendiği yok. İçime bir serinlik serpildi. Bu iyiydi. Müdürün dikkati üzerimde olsa belki şaşırabilirdim. Halil Öztürk soruları elime tutuşturdu.
Kitabı ezber biliyorum. Birinci soruyu yanıtladım. Arada Halil Öztürk lafımı kesip bir şeyler sordu. Ben makarayı başa alıp sorunun yanıtını buluncaya kadar başka şey sordu. Ben ağzımı açacaktım ki, bir başka soru... derken kafamı iyice karıştırdı.
Sonra da eliyle “Çık!” diye kapıyı gösterdi.
Ben yıkılmış bir halde kalkmaya yönelirken baktım, mümeyyizlerden biri Fahri Alpay kaşıyla gözüyle “Sakın!” diyor. “Sakın kalkma, çıkma!” Yüz bulmuştum ya... Yerime oturdum. Ve “Efendim” dedim. “Bir iki soru daha sorun...”
Fahri Alpay Ankara Milli Eğitim Müdürü iken 1954 seçimlerinde Cumhuriyet Halk Partisinden milletvekili adayı olmuş, kazanamayınca da o günün yöneticilerince bizim okula öğretmen olarak sürgün edilmişti. Halil Öztürk konuştu:
“Ne demek efendim? Herkese üç soru soruluyor.”
Baktım, Fahri Beyin kaşı gözü oynuyor. Kalkmadım. Halil Öztürk yumuşayacak gibi görünmüyordu. “Efendim, öğretmen çıkamazsam gidecek yerim yok, perişan olurum” filan demeye çalıştım ama adamın umurunda değil.
Tam bu sırada Müdürümüz Kemal Üstün devreye girdi. Öfkeyle sordu:
“Ne oluyor kardeşim? Nedir mesele?”
“Efendim, çık diyoruz, öğrenci çıkmıyor.”
Müdür bey bana döndü.
“Sınavım iyi geçmedi efendim,” dedim. “Birkaç soru daha…”
Halil Öztürk atıldı: “Üç soru sorduk efendim” dedi. Müdür Bey bu kez çok daha öfkelendi. “Halil Bey!” dedi. “Sor kardeşim” dedi. “Çocuk soru sorun diyor... Üç soru mu sordun, üç soru daha sor... Otuz soru daha sor... Ülkenin öğretmene ihtiyacı var.”
Halil Öztürk soru sormaya hazırlanırken Müdür bey de gazeteyi bir yana bıraktı.
Bana üç soru daha soruldu. Üçünü de öyle eksiksiz yanıtladım ki, kitabın yazarı orada olsaydı, beni kıskanırdı. Müdür bey öğretmenin yüzüne baktı. “Üç soru daha sor” der gibiydi. Halil Öztürk pes etmişti. Bana “Çık” dedi. Ben koşar gibi sınıfı terkettim.
Öylece öğretmen çıkabildim.
Sonrası da var, ama yazı uzadı... Halil Öztürk’e on yıl sonra Ankara’da rastladdım. “O yazıları ben yazmadım” dedim... Kendisine özgü gülümsemesiyle başını salladı sallaı ve “Ben biliyorum, sen yazmıştın” dedi.
Ona hakaret etmemek için hızla kendisinden kaçtım.
Altmış yıl sonra şimdi de söylüyorum. O yazıları ben yazmamıştım.
......
Not: Ortak ses okurları başta olmak üzere yeni yılın inanlığa iyilikler getirmesini diliyorum. zk