Bu güne, bir umut vardı içimde. Salı’ydı, Çarşamba oldu. Susturulmadan, dağlanmadan, yanmadan; yüreğimdeki bin umut söndürülmese...
Tüm Yazarları, Şairleri, Düşünürleri.
Dünya, İslam ve Türk Tarihini...
Emevileri, Selçuklu’yu, Osmanlı’yı...
Hz. Muhammed’i, Selahattin’i, Alparslan’ı, Fatih’i, Süleyman’ı, Atatürk’ü ...
Doğayı, hayvanlar alemini, denizleri, dağları, ovaları, çölleri.
Gelmişimizi, geçmişimizi, günümüzü, geleceğimizi!..
Sağlığı, pedagojiyi, ilimi, bilimi, sporu, yaşamı, yalanı, talanı, okulları, fakülteleri hiç kitap okumadan; sosyal medyadan ve dizilerden öğrendik maşallah!..
Sadece öğrenmekte kalmadık. Yeni yeni sözler icat edip, bilge insanların isimlerini kullandığımız gibi, kendimiz bile bilge oluyoruz. Okur-yazar (okuma-yazma değil) olmadığımız için, paylaşılan her şeye inanıyoruz. Bu basit ve lanet inanışlarımız, bizi tamamen cahilleştiriyor. Çünkü, uydurma cümleleri yayınlıyor ve her yerde, doğruluğuna yemin ederek “vallahi” diye bilmeden yalancılık yapıyor, birilerinin ekmeğine (dış güçler :)) yağ sürüyoruz. Aynı zamanda, okuma alışkanlığı olmayan; kendimize, komşumuza, çevremize, çocuklarımıza, gençlerimize kötü örnek olduğumuz gibi, onlarında bilgisiz büyümelerine sebep oluyoruz.
“Ben devletim değil, devletin memuruyum.”
“Ben, haneden değildim ki, Osmanlı torunu olayım. Ben, Osmanlının vergi aldığı, askerlik yapan köylünün yoksul torunuyum.”
“Ben, devletin ekmeğini yemiyorum, ben halkım, bireyim, insanım ve kendi ekmeğimi alın terimle kazanıyor, devlete vergi veriyor, karşılığını bile alamıyorum.”
“Ben devlet memuruyum (vali, genel müdür, rektör, devletten maaş alan herkes) devletin ve vatandaşın hizmetkarıyım.”
“Ben (birey, millet, halk) olmadan; devletin olamayacağını. Devletin şeffaf, eşit, adaletli yönetilmesinden, siyasilerin ve devlet memurlarının sorumlu olduğunu.”
Anlamayı, söylemeyi, gerçekleri bilmeyi öğrenemediğimiz sürece; kalıplar bizi betonlaştıracak, fikirler bizi robotlaştıracak, sosyal medya ve TV dizileri hepimizi yozlaştıracak, (dış güçler) ile o güçleri isteyenler emellerine kavuşacaktır.
Oysa; Geçmişimizin devletlerinin çoğu; (peygamberleri, hükümdarları, imparatorları, sultanları ve cumhuriyetin kurucusu); büyük savaşlara katılmalarına rağmen, toplumlarının bilinçlenmesi için uğraşmış, ilim ve bilimin gelişmesinin, okul ve okumaktan başka çaresinin olmadığını tarih bize anlatmaktadır. Antalya’da veya başka bir şehirdeki, kaç bin ton meyve veya sebze ile bir otomobil aldığımızın hesabını bize; ne sosyal medya yapabilir, nede diziler. Ancak ve ancak “müsbet ilim” ile öğrenebiliriz. Biz; ilimden, bilimden ve okumaktan uzak kaldığımız sürece, bir otomobil için yüzbinlerle metrekarelik alanlara sebze ekerek, 400 ton domates ile bir otomobil alabileceğiz.
Biz neler yapıyoruz, biliyor musunuz.
Savcı morgdaki üç cesedi incelerken.
- Birinci ceset sırıtıyormuş!
- Bu neden sırıtıyor?
- Milli Piyango'dan büyük ikramiye kazanmış, sevinçten kalp krizi geçirmiş ve ölmüş.
İkinci ceset de sırıtıyordu.
- Bu neden sırıtıyor?
- Eşi erkek çocuk doğurmuş, sevinçten kalbine yenik düşmüş.
Üçüncü ceset Temel’in, kömür halindeki cesedi ve o da sırıtıyormuş.
- Bu neden öldü?
- Efendim, buna yıldırım çarptı.
- Peki neden sırıtıyor?
- Fotoğrafını çekiyorlar sanmış. :) :) :)
Çarşamba’dan sonra, şimşek çakarsa; sırıtarak fotoğraf çekmeye zamanımız kalmaz ve Perşembe’yi; “SEL”, bizi de “EL” alır.
Selamla, sevgiyle, farkındalıklarımızı, fark edeceğimiz sağlıklı günlere..