Bir adet bal kabağının Serüveni

Zeynel KOZANOĞLU

Ilgaz’ın Cendere köyü vardır, bilenler biliyor. Cendere köyünden Kıyısın’a, yani ki bizim köye yolculuk yarım gün sürer. Bu köyde hısımlarımız vardı. Hısımlık bizde unutulmaya yüz tutmuş kültürel kurumlarımızdan biriydi.

İnsanları birbirine akraba derecesinde yakınlaştıran ve yardımlaşmaya dayanak sağlayan yararlı bir yol idi. Bu konuda enine boyuna bir yazı yazılabilir. Öyle bir yazı yayınlanmışsa da ben görmedim.

Evet, çocukluğumda Cendere köyünde bulunan “hısım” aileye anneannemle birlikte gittik. Onlara bir eşek yükü kil götürdük. Sabunun ancak saraylarda bulunduğu o yıllarda başlıca temizlik aracı kil idi. Kil dedikleri karaya çalan renkte, çamurdan az daha katı topraktı.

Suda köpürürdü ve Allahın da izniyle sabun görevi görürdü.

Bir gece kaldık. Ertesi sabah eşeğimize bir yük bal kabağı yüklediler. Köyümüze doğru yola çıktık. Ben küçük olduğumdan ne olup bittiğini anlayamamıştım. Ninem epey kahırlıydı. Başörtüsünün üzerine aldığı “çar” ının ucuyla gözlerini kurularken bana şöyle dedi:

“Ahh oğuuul… Fakirlik kapıya konacak gibi değil. Gördün ya, kendi yiyecekleri kabağı evin tavan arasına koymuşlar. Hayvanları için ayırdıklarını da yan tarafta sayanın altına indirmişler. Bizim eşeğe hayvanlar için ayırdıkları kabaklardan yüklediler…”

Ninemin bu sözleri o gün beynime öylesine çakıldı ki, yetmiş yıldır ne zaman, nerede bal kabağı önüme konulsa onun hangi yolla mutfağa ulaştığı konusunda titizlenirim. Zaten her kadının yaptığını yiyemem. Ve çok sevdiğim halde her kabağa kolay kolay el uzatmam. İçim zor alır…

Ve hal böyleyken www.ortakses.com Internet gazetesinin yayın yönetmeni sevgili Ömer Lütfi Özenç ile İzmir’in Mordoğan beldesin’de yolumuz kesişti. “Yolumuz” diyorum, benim yanımda eşim Hayruşum ile torunum Anıl B. Biçkin vardı. Özenç de saygı değer eşi Meral Hanım ile birlikte oğlu, gelini ve diğer bir iki akrabasıyla birlikteydi.

Peki, Kurban bayramı içinde İzmir’den neredeyse yetmiş kilometre ötelerde Mordoğan’da ne işimiz vardı? Efendim, çoğu arkadaşımızın artık yakından tanıdığı yazar ve ressam, bir de bunun üzerine Çankırılı Hülya Sezgin ile eşi Hikmet Sezgin’e bayram ziyaretine gitmiştik.

Bir de sevimli Eldivanlı’mız Hülya Sezgin Mordoğan’da sergi açmıştı. Hem sergiyi gezecektik, hem bayramlarını kutlayacaktık, Hülya Sezgin elini bıçağın keskin yüzüne kaptırmış, hem de ona “Geçmiş olsun” diyecektik.

İki katlı bir apartman yavrusunu andıran yazlıklarında Sezgin ailesi ile biz uzun süre söyleştik, şakalaştık. Her zaman neşeli ve güleç Hülya Sezgin’e Sevgili Özenç’in önünde takılacak oldum: “Öyle sanıyorum ki, yazar arkadaşımızın elini Hikmet Bey kardeşimiz kesmiştir” demeye kalkıştım.

Hazır cevaplıkta eşi bulunur mu bilemem. Hülya Sezgin dedi ki: “Zeynel ağabey! Hikmet’im kesecek olsa benim dilimi keser, elimi niye kessin ki?

Oracıkta gülüşüp geçtik. Ve Ömer beyleri uğurlamaya çıkmıştık ki, bu yazıya konu olacak sürprizle karşılaştık. Sevgili Özenç arabasının arka bagajını açtı. Abartısız söylüyorum, tam da bir otomobil tekerleği büyüklüğünde bir adet bal kabağını Hülya Sezgin’e ve onun bir benzerini de Hayruş’a verdi. O Hayruş ki, Danimarka günlerinde tanıdık tanımadık herkese kabak aratır da bulduramaz. Türkiye’ye geldiğinde de mevsimi geçmiş olur.

Üzümünü yiyecektik ya, Ömer beye bağcıyı sormadık. Bu kabakları ona hediye eden akraba elbette yiyecekleri kabaklar arasından seçip vermiş olmalıydı. Hayruş’un koca kabağı kucaklayıp arabamıza doğru gidişini görmeliydiniz. Çocuklar gibi sevinç içindeydi. Elinden alınacağı korkusu vardı sanılabilirdi. Ve Türkiye’den ayrılmamıza sadece üç gün vardı.

Bundan sonrasında İzmir’de bizim evdeyiz. Akşam Hayruş mutfağa giriverdi. Birkaç dakika içinde koca kabak bölündükçe bölündü. “Şu dilim İzmir Gaziemir’de oturan büyük kızımız Filiz’e, şu dilim yine İzmir Gaziemir’de oturan ortancamız Nurhan’a, Şu koca dilim şimdi hemen bizim tencereye… Şu dilim de Danimarka’da küçüğümüz Beyhan’a…”

“Hayatım buradan Danimarka’ya kabak gider mi?”

“Niye gitmesin? Kabak kendisi gitmeyecek ki, biz götüreceğiz. Valizlerin içinde kuzu kuzu yatan beş litre zeytin yağı, iki kilo kuru incir, iki kilo mandalina, birer kilo tarhana, kuru fasulye ve taze fasulye, iki kilo ceviz, yarım kilo çam fıstığı, onca çerez nasıl gidiyorsa kabağımız da öyle gidecek. Hele ki, sen valizlerden uzak dur...”

Yazımın bu kısmını inşallah Danimarka’nın sınır görevlileri okumazlar. Geçende Türkiye’den gelen bir ailenin beş kilo beyaz peynirini valizin dibinde ele geçirmişler. Ve kaşla göz arasında peyniri çöpe atmışlar.

Peynirin sahibi kadıncağız çırpınmaya başlayıverince Danimarkalı görevliler pek şaşırmışlar. Bizimkiler peynirin içinde neredeyse yarım kiloyu aşkın altın bulunduğunu danimarkalılaraa söyleyememişler. Bu yaz aldıkları gelinin altınları.

Söyleyebilseler yazılacak ceza altınların değerinden beş fazla olacak… çaresiz susmuşlar. Ama kadının içindeki yangın devam ediyormuş. Öyle diyorlar. Bereket bizim kabak, nihayet kabak… Cezası da olmaz.

Olsa olsa çöpe atarlar. Beyhan’ın hevesi kursağında kalır.

Uzun lafın kısası, Türkiye’de son iki buçuk gün boyunca ağzımızda kabak tadıyla dolaştık. Kabağımızdan üst komşumuz Ömer beyle eşi ve oğlu Selim ile gelini yedi. Sonra Kuşadası’ndan bayram için İzmir’e gelen komşumuz Hüseyin beyle eşi Esma Hanım ve kızları Kamile ile Dilara yedi. Tekin’imiz ve eşi Dilber de yedi.

Danimarka’da Levent’imiz, Kaan’ımız ve bir de Gaziantepli Kadriye kızımız var o yedi.

“Ne kabakmış beee..” diyor musunuz.

Kabağa her uzanışımızda Sevgili Ömer Lütfi Özenç’e dualar ettik. Kendisini gelecek yılın kurban bayramında da İzmir’de bu kez biz ağırlamaya talip olduğumuzu bilmesini candan istedik. İnanın kabağın yüzü suyu hürmetine değil. Kendisinin sevecenliğine hayranlığımızdan. Teşekkürler efendim. İyi ki sizi tanıdık. Gelecek yıl siz gelemezseniz koltuğumuzda koca bir tekerlek bal kabağıyla biz İstanbul’a geliriz…

Ve elbette büyük bir engel çıkmazsa… buna “Kısmet olursa…” da diyorlar.