Bir kapı-pencere profesörü:Yusuf Tarım

Hülya SEZGİN

"Kapının pencerenin de profesörü mü olurmuş hiç?"demeyin sakın... Onu resim yaparken bir görseniz ve sonunda ortaya çıkan kapı ve pencere resimlerini... bana hak verirdiniz... Resimlerini yaparken sanırsınız transa geçti...  yani o kadar!.. Önce iki tuval alıyor eline. Birini palet olarak kullanıyor, ötekinde resme başlıyor. Sonra o palet olarak kullandığı tuvalde çıkan renk cümbüşüne göre de başka resme başlıyor... Resim yaparken kimse ile kolay kolay konuşmuyor... boyuyor, boyuyor... karşısına geçip uzun uzun bakıyor... yeniden tuvali ile yakınlaşıp şuraya biraz mavi... buraya mor... yeşil de gerekli... kapı numarası kaç olsun?.. bu pencere önüne hangi çiçek yakışır... konduruyor... En son bitti dediğinde de elindeki fırçayı boyaya batırıp orkestra şefinin çubuğu gibi tuvalin üzerine bir o yana, bir bu yana savuruyor...

Yusuf Tarım'dan söz ediyorum...

Hani kimi insanlar vardır, henüz tanışmış olsanız bile kırk yıllık arkadaşmışsınız gibi gelir size... öylesine sohbet edersiniz. Ortak konularınız çoktur... İlle de aynı anadan, aynı babadan doğmuş olmanız gerekmez böyleleri ile...  kardeş gibi... birlikte büyümüş gibi kendinize yakın hissedersiniz... Yusuf ile Kastamonu Taşköprü çalıştayında tanıştık... Her sabah birlikte yürüdük... Aynı yılın, aynı coğrafyanın çocukları olmuşuz... "Bak hele" gibi kimi sözcükleri bile rahmetli annemin sık sık söylediği türdendi... Sohbet ettik. Dertleştik... Sonra birbirimizi kardeş ilan ettik... biraz da şirin olsun diye "kanka" dedik... O Hikmet eniştesi ile tanıştı. Ben sevgili eşi Nurgül hanımla henüz yüz yüze tanışmadım ama sanal da olsa arkadaşız... Allah bağışlasın, aslan gibi bir delikanlı  22 yaşında Rus dili edebiyatı okuyan bir de üniversite öğrencisi oğlu var... Adı Özgün...

Yusuf müthiş bir ressam... Geçtiğimiz aylarda Mersin festivalinde de birlikte idik. Yaptığı muhteşem resimlerden biri Mersin Devlet Resim Heykel Müzesi'ne alındı... Yaşarken resmi müzeye alınmak... Bu önemli ve güzel bir şey...  

Çok konuşmayı sevmiyor dedim ama iyi bir hayvan sever  ve sıkı bir sporcu. Her gün kilometrelerce yürüyor, saatlerce yüzüyor, balık tutuyor...

Yurt içi, yurt dışında koleksiyonerlerde eserleri  mevcut... Pek çok beğeneni, takipçisi var.  Resimlerinde genelde  eski Bodrum evlerinin pencerelerini  ve kapılarını yapıyor kendine özgü tarzı ile. Teneke saksıda ya sakız sardunya, ya da maviş mine çiçekleri oluyor. Eski ahşap kapı ve pencereler yer yer boyaları dökülmüş... O resimlerde huzur var, aşk var, yaşanmışlık var, acı ve hüzün var...  Kimi pencerelerinde yaptığı  isli tenekeden soba deliği o evde yaşandığını anlatıyor... Kimi resimlerinde de sosyal yaralara parmak basıyor ... Örneğin Özgecan'ın katledilmesini protesto için tablonun üzerine kan sıçramış gibi kırmızı boyalar sıçratmış...

Yirmi sekiz yılı devirmiş resim yapmada. Ancak işin ticari kısmından pek hoşlanmıyor.  Çünkü arkasında güvendiği kale gibi güçlü bir kadın var. Eşi Nurgül  hanım... Yirmi dört yıllık evliler... Yusuf'un aksine Nurgül hanım ticarette becerikli, işi biliyor. Resim satış işleri ona ait... yapması ise Yusuf'a.

Bakışlarında hüzün var.  Taşköprü'de fotoğrafını çeken biri  "Abi sen yorgun gibi bakıyorsun" dedi de azıcık gülümsedi... Ama suratsız değil... şakalaşmayı da biliyor. Zeka ürünü esprileri var...

Geçmişini kimi zaman özlemle, kimi zaman hüzünle, kimi zaman da öfke ile anımsıyor... Arada bir anlatıyor:

"Havza'nın bir ucunda evimiz diğer ucunda ortaokulumuz. Edebiyat öğretmenimiz ısrarla babamı çağırıyor,nedenini bilmiyoruz. Nihayet işini bırakıp babam okula gitti. Ben suya sabuna dokunmayan ortalama başarılı bir öğrenciyim. Öfkeyle eve gelen babam beni dövmeye başladı. Bir yandan da "Ne demek defteri pis!.." diyordu.
Resmim güzel olduğu için yazarlarımızın konusunu işlediğimizde yazarın portresini defterin sol üst köşesine çizerdim. Hiç de bu konuda ikaz etmemişti beni. Hatta hoşuna gider sanıyordum öğretmenimin...
O günden sonra uzun müddet aklına geldikçe babam beni dövdü "Ne demek defteri pis!.." diye...
Oysa şimdi yirmi sekiz yıldır resimle ailemi geçindiriyorum. Ama portre çizmem hâlâ!.."

Hemşinliyim diyor ama doğduğu yer Havza...  On yedi  yaşına kadar Havzada yaşamış, futbolcuymuş. Sonrası maceralı bir yaşam... En son Bodrum'a yerleşmiş... Atölyesi var. Pek çok ilimizde ve Dünyanın pek çok ülkesinde koleksiyonerlerde resimleri var. Havza'da doğduğu evin yıkıldığını öğrendiğinde içinden bir şeyler göçmüş gibi olmuş:
"Doğduğum ev... Her eve geç kaldığımda mutlaka bir yerinden girerdim içeri yorgun anamı uyandırmamak için... Her santimetresinde milyonlarca anım vardı. Çok isterdim ben yaşadığım müddetçe o da yaşasın diye... Günümüz politikacılarının betonarme hevesinin altında kaldı. Yok artık!.. Yıktılar..."

Bir de kış günlerinde ağır yoğurt bakraçlarını sapı soğuktan ellerine yapışarak mandıraya götürdüğü günleri unutamıyor... Ellerinin acısı aklına geldikçe "Küçücük çocuğa bu yapılır mı?" diye hüzünlenerek öfkeleniyor...

Hayvanları çok seviyor... özellikle de kedileri... evinde ayrı, atölyesinde ayrı kedileri var. Her gün balık tutmaya gidiyor. Tuttuğu balıklar sevdikleri ile akşam yemeğinde sofralarını şenlendiriyor... En çok da kedileri için tutuyor balıkları. "Bakmakla sorumlu olduğum hayvanları çocuğumdan ayrı tutmam. Onlar açken ben yiyemem. Ben uyurken evin dışındaysalar huzursuz uyurum." diyor. Zaman zaman tuttuğu balıklar için bile suçluluk duyuyor... "Nasıl cana kıydım ben!.." diye...

Resim onun yaşamı olmuş. Biricik oğlunun doğum gününde facebookta paylaştığı yazısı içimi burkuyor, okurken gözlerim nemleniyor:

"Çocuğuyla birlikte doğan baba...
Yaş otuz beş. Oğlum Özgün doğdu, yer Manisa. İşyerim kapanıyor. Bir yıllık evliyim, bel ağrılarımın üzerine bir de ritim bozuklukları, göğüs ağrıları ve kulak çınlaması başlıyor. Gitmediğim doktor kalmadı. Sebep belli değil. Çocuğumun çakmak gibi gözlerine bakıp "Allah'ım bir yaşına geldiğini görebilecek miyim?" diye dua ediyorum...
O zamana kadar rölantide ilerleyen resim sanatına sarılıyorum. Sergiler açıyorum, yarışmalara katılıyorum. Bir elimde diğer bileğim kalbim ne zaman duracak diye ritim dinleyip deli gibi resim yapıyorum... Çocuğum küçük, tutunmam lazım...
Bodrum'a taşınıyoruz. Sokak, kale, sergiler, oteller, yarışmalar... Her yerde, ama her yerde resim yapıyorum ritim bozukluğumu duymamaya çalışarak.
Sonradan anlıyorum ki gelecek kaygısı taşıyanlarda beliren "Panik atak" hastasıyım.
Madem öyle daha da üzerine gidiyorum...
Çocuğum küçük, tutunmam lazım...
Sergilerimin sayısını tam hesaplayamıyorum, ödüller alıyorum. Artık Alaska'dan,Yenizellanda'ya, Amerika'ya kadar satılan resimlerim duvarları süslemekte...
Özgün'ün bugün doğum günü 22 yaşına girdi, iki dil biliyor. İyi okullarda okudu, okuyor.
Ben çok iyiyim. Belim ağrımıyor, ritim fena değil, kulak çınlamasına alıştım...
Bugün Özgün'ümün doğum günü. Aslında birlikte geldik dünyaya...
İyi ki doğmuşsun, iyi ki benim oğlumsun. Hep iyi ol, seni çok seviyorum oğlum.."

Resim sanatının geleceği için de kaygılı...

"Osmanlı İmparatorluğu'nda resmin yasak olması bizim Dünya üzerinde resim geçmişi olmayan bir millet olmamıza neden oldu. Bu ülkede doksan yıldır resim yapılıyor ve bunun son yirmi sekiz yılında ben de varım. Dolayısı ile Türk ressamına temeli olmayan ressamlar gözüyle bakılıyor . Son on beş yılda da siyasi olarak yönetildiğimiz muhafazakar yönetim, resmi Osmanlı gibi yasaklamasa da yapılan işlere zaman zaman "Sergilenemez" denmesi, ya da "Şarap içiliyor" diye galerilere palalarla saldırılması nedeni ile pek çok galeri kapatıldı. Ve resim alan müşteriler yok oldu. Gelişmiş ülkelerin Türk ve Müslümanlara artık terörist gözüyle bakması bizim dış dünyaya açılmamızı sorun haline getirdi. Türk resmi ve Türk ressamının sanatı ne kadar iyi olursa olsun Dünya üzerinde eşit şartlarda yarışamaz durumda. Bana göre bu topraklar bireysel olarak başarılı insanlar ve başarılı ressamlar yetiştiriyor. Ama maça üç sıfır mağlup başlıyoruz." diye dillendiriyor...

Ne diyeyim... yerden göğe kadar haklı...

Dilerim hak ettiğin değere ve yere ulaşırsın kankam...

Hülya Sezgin/ hulyasezgin@hotmail.com