Cumhuriyetimizin ilk yıllarında milletimiz anlatılmak istendiğinde şu söylem geçerli idi: “Bir Millet Doğuyor”. O günlerden bu yana on yıllar geçti, tam anlamıyla doğmayı başaramadık. Bu kez içine düştüğümüz durumun tarifi şu oldu: “Bir Millet Çıldırıyor”.
Evet inanmasak da, yakıştıramayacak da olsak gidişimiz bu yönde. Günden güne çözülüyoruz, bozuluyoruz, dağılıyoruz, darma dağın oluyoruz. Hem de farkına varmadan… Hem de doğru yolda yürüdüğümüze inandırılarak sevine güvene yok oluyoruz.
Yakın evrenize bir bakın… Gazeteleri inceleyin, televizyonlarda yayınlanan haberleri dinleyin. Benim sözlerimi yabana atmayacağınızdan eminim. Her yerde kavga, her ortamda çatışma, çekişme. TBBM de küfürleşme. Gözü açık milletvekilinin bir önerge veriyor.
Neymiş? Tutanaklardan galiz küfürler silinsinmiş. Niçin? Arkadaş gelecek kuşaklar önünde küçük düşmekten çekiniyor. Adama bakın, şimdi şu yıllarda yaşayan seksen milyon kişiyi umursamıyor. Gelecek kuşaklardan çekiniyor. Akıl mı bu?
Şakalarımız bile kavga biçiminde oluşuyor. Sevgilerimizi de kavga gürültü ile gösterme dönemine girdik. Ya dünyanın sonu yaklaştı, ya da milletçe çıldırmanın eşiğindeyiz. Bunun başka türlü izah tarzı yok. Görünüşe bakılırsa şimdiki halde çaresi de yok.
Akşam TV başındayız. Haberler okunuyor. Ekranda bir otomobil. İçinde bir bay ve bir bayan. Ha gittiler, ha gidiyorlar, derken bir otomobil tarafından önleri kesiliyor. Arabadan fırlayan üç adam ve önü kesilen arabadan çıkan adam kıyasıya dövüşe girişiyorlar.
Kadın çığlık çığlığa… Biz “Bakalım kaç kişi ölecek” diye merakla beklerken kavga duruluyor. Adamlar sarmaş dolaş. Kadının ağzı kulaklarında. Meğer neymiş efendim. Zoplama eşine hediye olarak bu arabayı satın almış. Ona verebilmek için bir tören de gerekiyor ya… Sevdiği eşine arabasını sunmanın töreniymiş bu.
Zoplama dedim ya, o sözcüğün yerini siz doldurun…
Buna benzer daha başka örnekler de bulunabilir. Ne günlere kaldık Yarabbi?
Oysa on üç yıl önceden bir “büyük hediye” sunmanın bir başka örneğini bilginize sunmak istiyorum. Danimarka’da çalışan bir yurttaşımız akşam evine geldi, baktı bir hazırlık vardı. Ne olduğunu çocuğundan sordu. “Bugün annemin yaş günü babacığım” yanıtını aldı.
Bu konuda sabıkalıydı. Yıllar yıllar önce yine böyle bir akşam çocuklar sormuştu:
“Babacığım, 13 Ekim size neyi hatırlatıyor?”
Yanıt kısa ve net idi:
“Ankara’nın başkent oluşu.”
Eşi gücenivermişti. O gün evlendikleri günün adıydı. Gurbetçimiz bu hatasını yıllar sonra düzeltmek fırsatını bulabilmişti. Eve geldiğinde eşinin yaş gününden haberi oldu ya, istifini bozmadı. “Ya öyle mi?” filan da diyerek geçiştirdi. Eşi ne de olsa buruktu.
Sofraya oturdular. Güle oynaya yediler, içtiler. Kızı, damadı, iki torunu hediyelerini sundular. Şimdi gözler “Unutkan baba” daydı. Bakalım, kendisini nasıl kurtaracaktı. İşte o zaman sofrayı sevince boğan bir gelişme oldu. Evin annesinin de yüzü güldü.
Gurbetçimiz cebinden bir iki evrak çıkardı. Eşine uzattı. Ve “Hayatım senin İzmir’de bir dairen var” dedi. Evet, o günden birkaç ay önce İzmir’e gittiğinde eşinin üzerine daireyi satın almış ve bunu herkesten saklamayı da başarmıştı.
Efendim, övünmek gibi olmasın ama “gurbetçimiz” diye andığım bu kişi benim. Şimdi İzmir’de bu yazıyı tapusu eşimin üstünde olan bu evde yazıyorum. Hayruş’un ara sıra “Bak efendi, kafamı bozma…” diyerek kapıya bakmasına anlam veremiyorum.