İnsanoğlu diğer varlıklardan farklı ve kendi öznesine yönelebilen, öznesini sorgulayabilen tek varlıktır. Ontolojik olarak belki evrendeki diğer canlıların en güçlüsü değildir. Oysa kendisine bahşedilen düşünme melekesi, onu en güçlü varlık yapmakla kalmıyor hem evreni hem de kendini değiştirme imkân ve kabiliyetini de sunabilmektedir. İnsanda bitmez tükenmez bu arayış haklı olarak Jaspers “felsefe, yolda olmak demektir” sözü ile en güzel şekliyle vurgulamıyor mu?
İnsanı yaratılmışların en üstünü haline getiren bu özellik aynı zamanda küçülmesini, diğer canlılardan daha değersiz varlık haline gelmesine de neden olabilmektedir. Bütün dinlerin, ideolojilerin, felsefi yaklaşımların ve ahlaki öğretilerinde öznesi de bu özelliğinden hep insanoğlu olmuştur.
İnsan dualitesi; ruh-beden ilişkisi üzerine kuruluyken bu denge ölçüsünü kaybedince hem bireysel hem toplumsal felaketlerin de habercisi olmuştur.
Din; etkileyici unsur olarak bireyi sarmalarken ahlaktan arındırılarak sıradan ritüellere dönüşebilmektedir. İnsana huzur sağlamayı hedefleyen din, en büyük tehdit aracı haline gelebilmektedir. Ahlak ise içi boşaltılmış olup hitabet sanatının ötesine gitmeyen, egoistlerin uyutma aracı halini alabilmektedir. Marks “din afyondur” derken doğruluk payı da yok değildi. Ülkemizde yıllardır yaşanan ve gözü yaşlı İslam coğrafyasında dinin düşürüldüğü durum ile ahlaki değerlerin yere çakıldığı bu vahim süreçte bu düşüncelerimiz doğrulamıyor mu?
Din ve ahlak, ruhsal dünyamızı şekillendirirken akıl ve vicdan şeklinde toplumda kendini hissettirebilmektedir. Bu değerler dualitemizin bir yönünü ifade ederken diğer yönünü de beden ve onun fonksiyonları olarak karşımıza çıkmaktadır. Akıl devre dışı ve vicdan kararmışsa orada Yarasalar ve çok sevdikleri ,kendilerine uygun olan karanlık dehlizlerin iklimi hakim olur.
Evet, din ve ahlaki değerlerin dip yaptığı dengenin bedenin iştahlarına evirildiği bir süreci yaşamaktayız. Genel de İslam coğrafyasında özelde ülkemizde bunun emarelerini her yerde görebilmekteyiz.
Din ve ahlaki değerlerin dip yaptığı bir toplumda moral ve motivasyon değerler de yığın kültürüne indirgenerek kontrol edilemez güç olabilmektedir. Toplumsal reflekslerimiz böylesi bir tehlike ve bir o kadar manipüle edilme durumuyla karşı karşıyadır. Bu şartlar altında var oluş mücadelesini vermekteyiz. Müsebbiplerinin ve sözde kurtarıcılarının da aynı kulvarda buluşması da ayrı ibretlik ve üzerinde düşünülmesi gerekli bir hikaye olarak karşımıza çıkmaktadır.
Rahmetli Gali Erdem 'mi hatırlayalım. "Bizler ‘dâvâ’yı Ağrı Dağı’nın zirvesine çıkaracaktık. Yola koyulduk, bin zahmet ve emekle, acılar çekerek dağa tırmandık. Zirveye vardığımızda sevincimiz sonsuzdu ama küçük(!) bir noksanımız olduğunu fark ettik: ‘Dâvâ’yı dağın eteklerinde unutmuştuk!? Meğer biz dâvâyı değil, kendimizi zirveye çıkartmışız. Yolda olacağız, davayla olacağız. Yarasalarla değil.
Hep yoldayız, belki menzile varmaktan uzak, belki yolda sıkıntı var ama hep yoldayız.
İdeallere ulaşma çabasıdır bizimkisi. Bitmez tükenmez bir çaba. Zihni efor, belki hakikatte ulaşma gayreti. Bazen yol ayırımı, bazen yeniden diriliş ama hep hakikate ulaşma çabası.
Hakikatlerin iğdiş edilişine, emek hırsızlığının hak olarak görülmesine seyirci, değerlerin ayaklar altına alınışına tepkisiz, hedefe ulaşmak için en kutsal değerlerin hayasızca ve hoyratça kullanışına karşı edilgen kalma ahlaki bir duruş olamaz. Bunlar öğrenilmiş çaresizlik değildir, olmamalıdır.
İnsan iradesinin bile meta aracına esir edilmesi, maddi gücün iradeyi satın alması, millet iradesinin önüne geçmesi ve dahası bunların ahlaki ve dini ambalajlarla sunulması birey ve toplum olarak geldiğimiz noktayı ortaya koymaktadır. Tek hakikat olarak maddiyatın öne çıkması ve onun etrafında örülmüş olan kirli ağları temizlemeye çalışırken o ağa düşme tehlikesi bile yaşanabilmektedir.
Fildişi kuleden bakan baykuşlar, kulakları zedelercesine zihinleri iğfal etmeye çalışan boş tenekeler, esen rüzgara göre yön değiştiren bukalemunlar, egolarını tatmin etmek için Makyavel’e rahmet okutacak kadar gözü dönmüş haşhaşiler ve karanlığa mahkûm yarasaların hüküm sürdüğü bir dünya ve yolda hakikati bulmaya çabalayan bir zihni çaba...Bu diyalektik mücadele, tarih boyunca hep olageldiği gibi bugünde oluyor ve olacaktır.
Yüzümüzü güneşe döndük. Yarasalar güneşi sevmez.Güneş ve yarasa bir arada olamaz.
Bizim hikayemizde böyle bir şey.
Bizim ki öze dönüş, var oluşumuzu gerçekleştirme çabasıdır. Antik çağ sofitlerine rahmet okutacak bukalemunlarların tılsımı bozulur mu bilinmez ama yolda olma, hakikati arama çabası en büyük erdem olarak dün olduğu gibi yarınlarımızda da en büyük erdem olarak kalmaya devam edecektir.
Hikayelerimiz belki bu gün gerçekleşmeyebilir ama hep yoldayız, o hikayeleri bel ki yarın belki yeni ufuklarda gerçekleştirme şansını yakalayabiliriz. Önemli olan yolda olma, o çabayı sürdürmek değil mi?