Türkiye’de cumhuriyet karşıtlarının pek sık kullandığı bir husus var. Son olarak başbakanın ağzından işittim. Diyor ki “Bizim şah damarımızı kestiler. Geçmişle ilişkimizi kopardılar. Tarihimizi okuyamaz hale getirdiler.”
Bu sözlerden şu anlamı çıkaracağız. Yani yazıda Arap harflerini bırakıp latin kökenli harflere geçmekle bu yanlış yapılmıştır. Böyle demeye getiriyorlar. Danimarka’da on sekiz yaşında bir çocuğun da Türkiye’nin Arap harflerini terkedişinden huzursuz olduğunu daha önce yazmıştım.
Bu konuda ya dürüst olmak gerek. Ya da bilgili olmak gerek. Kişide ikisi de yoksa desteksiz atışın ölçüsü elbette olamaz. Arap harflerini terkettik ama yasaklamadık. İsteyen bir iki haftada öğreniyor. Ben elli yıldır Arap harfleriyle yazılmış romanları okurum, gazete haberlerini okurum...
Ancak... Evet bu ancak çok önemli... Temiz Türkçeyle yazılmışsa okuyabilirim.
Osmanlı akılsızlık edip tertemiz Türkçeyi geliştirmek yerine, kendisine “Osmanlıca” diye anılan ve Arapça, Farsça ve Türkçe’den alınma sözcüklerle ve tamlamalarla öyle bir dil uydurmuş ki, benim okumamı bırakınız, üniversitelerde bu konunun profesörü olmuş değme babayiğitler her metni okuyamıyor.
Örneğini ben yaşadım. Rotterdam’da Başkonsolosumuz iken 1900 yılında genç Türklere karışan ve bu nedenle İstanbul’da yokluğunda yargılanan bir Ali Nuri Bey var. Onunla ilgili mahkeme kararı elimde olduğu halde en az on bilim adamına okutmaya çalıştım. Tam anlamıyla içinden çıkabilen bir tek doçent çıktı.
Onun da Ana dili Arapçaydı.
Arap harfleri kullanılarak yazılmış metinleri geçmişte de herkes hakkıyla okuyamıyordu. Biliyor musunuz, Sultan ikinci Abdulhamit’in okuması iyice idi ama, yazması çok kötüydü. Tarih bunu kaydediyor.
Bu demek oluyor ki, bugünkü harflerle yazılmış her metni beş yaşında çocuk okuyabiliyorken, geçmişte ülke çapında okur yazar oranımız yüzde dört dolaylarındaydı. Bu nedenle de tarih boyunca yanlış anlamalardan doğan gülünç olaylar yaşadık... günümüzden bile örnek verebilirim.
Ilgaz’ın Kıyısın köyünden bir delikanlı yönettiği Internet sitesine tam sayfa halinde bir evrakın fotokopisini koymuş. “Köyümüzün kuruluş tarihini buldum” diyor. Baktım bu evrak bir tapu. Cumhuriyetin ilk yıllarında çıkarılmış tapu. Ve üzerinde yer alan 507 sayısı da tapunun numarası. Köyün kuruluşuyla ilgisi yok.
Koca İstanbul’da böylesi yaşanabiliyorsa, bin yıl boyunca benim Anadolumda okuma bilenler kim bilir ne gibi metinlerle insanımızı korkutup sindirdiler ve her yazıyı dinle ilişkilendirerek insanların temiz duygularını sömürdüler.
Ve bu sömürü nereye kadar götürüldü, biliyor musunuz? Pek çok köyde ve kasabada dinden anlayan, okuma bilen saygın kişilerin kitapları vardı. Özellikle el yazması olan ve günümüzde değerleri yüzbinlerce lira olan kitaplar...
Kimi donuk kafalılar “Kitapların ortalıkta dolaşması günahtır, hele çoluk çocuğun eline düşmesi doğru değildir” düşüncesiyle bu hazineleri toprağa gömdüler. Yok ettiler. Çünkü onlar böyle kitapların aptestsiz ele alınamayacağına inandırılmışlardır. Bunu ben uyduruyor değilim. Balıkesir köylerinde kulağımla işittim.
Kütüphanelere gidiyorum. Yüzlerce üniversite öğrencisi önlerinde Arap harfleriyle basılmış gazete koleksiyonları harıl harıl not çıkarıyorlar. “Arap harfleriyle bağımız koparıldı, şah damarımız kesildi” diyenler ezber konuşuyorlar. Onlar ya halk içinde bulunabilme şansını yaşayamayan kişiler. Ya da kötü niyetli ve yenilik düşmanı zavallılar.
Biz harf değişikliğine gitmeseydik Arapların kuyruğundan nasıl kopabilirdik? Yeryüzünde bütün imparatorluklarda ana millet boyunduruğu altına aldığı milletlere kendi dilini öğretmiş, kendi kültürünü aşılamış. Anlı şanlı Osmanlı ise bunun tam tamına aksini yapmış. Dört yüz yıl boyunduruğu altında tuttuğu Arap’ların yazısından diline kadar, yemeğine kadar, oturup kalkmasına kadar her türlü geleneğini almış.
Öyle ki, bugün Anadolu’da bir topluluğa girdiğinizde kendi dilinizde selam veremiyorsunuz. Arapça “Selamünaleyküm” demeniz bekleniyor. Benim insanıma bu söylemin yüce dinimizle ilgisi olduğu yalanını yutturmuşlar.
Otuz yıl öncesine kadar ben de öyle sanıyordum. Danimarka’da müslüman olmayan, yani hıristiyan olan ama ana dili Arapça olan bir kişinin yanımıza geldiğinde “Selamünaleyküm” demesi üzerine ben şaşkınlık gösterdim.
“Arkadaşım, hani müslüman değilim” demiştin ya dedim.
O gün öğrendim ki, Selamünaleyküm söyleminin İslamla ilgisi yok. Ana dili Arapça olan herkes birbirini böyle selamlıyor. Daha sonra üniversitede bir Tunuslu doçentle konuştum. O da aynı şeyi söyledi. Bir Arap müslüman da olsa, hıristinyan da olsa, dinsiz de olsa böylece selamlaşırmış.
Çünkü kendi dillerinde bir söylem imiş. Ve içinde Allahın adı da geçmiyormuş. Peki, benim insanım kendi dilinde selam verince niye yadırgıyor. “Günaydın” demenin kötülüğünü görmüş gibi yüzünü ekşitiyor.
Daracık çerçeve içinde oturan arkadaşım “Yok öyle bir şey” diyebilir ama, benim yaşadığım coğrafya pek geniş. Bunu unutmayınız lütfen... Kimi çevrelerde selamı Arapça verirseniz sizi daha makbul müslümandan sayıyorlar. Kimin daha müslüman olduğuna karar vermeye yetkileri varmış gibi...
Her neyse, son yıllarda pek çok din adamı ağız birliği etmişçesine islamın özüne insanımızın dikkatini çekmeye koyuldu. Ve diyorlar ki: “Din Kuran’da gösterilmiştir. Kuran’ın emretmediğini dinde var göstermek küfürdür.” Böyle diyorlar.
Biz de neye inanacağımız, neye inanmayacağımız konusunda uyanık bulunacağız. Diyelim ki, bir kişi “Kuran aptestsiz iken ele alınmaz” derse “Bu kural “Kuran’da var mı?” diye soracağız. Kuran’da yok ise kutsal kitabımızı elimize alacağız.
Olay bu kadar kolay... Pek fazla ukalâlık ettim mi? Bağışlayınız.