BÜYÜK TEHDİT – GÖÇMEN SORUNU - 1

Fatih ORAKÇIOĞLU

Bilinen insanlık tarihinin ilk çağlarından bu yana, Anadolu kavimlerin dört bir yana göçüne şahitlik etmiştir. Bu göçlere ek olarak savaşçı kavimlerinde yolu olmuş ve özellikle Müslümanlığın yayılmaya başladığı dönemlerde önce Müslüman kavimlerin batıya doğru yaptığı seferlerle sonrasında ise batıdan doğuya doğru Haçlı Seferleri ile bu coğrafya son derece yoğun askeri ve kültürel istilalara uğramıştır. En son Kurtuluş Savaşı esnasında hemen her bölgesinde kısa süreli bir istila yaşanmıştır ve bugün dahi o günlerin anıları halen hafızamızdadır.

Kurtuluş Savaşı’nı takip eden dönemde ise, önce mübadele ile Yunanistan’dan gelen göçmenler sonrasında İkinci Dünya Savaşı esnasında ve sonrasında Kafkasya sonrasında Bulgaristan’dan gelen göçmenler soydaş göç dalgalarını oluşturmuş bunun yanında küçük gruplar halinde gerçekleşen Boşnak ve Arnavutlarla Anadolu’nun Batı bölgeleri ağırlıklı olarak Balkanlardan göç almıştır. Bu durum Marmara ve Ege bölgeleri ağırlıklı gerçekleşmiş ve gelenlerle yerleşik yaşayanlar arasında kültürel anlamda çok ciddi ayırımlar olmadığı için, toplumsal kabul kolayca gerçekleşmiş ve göçmenler daha bir nesil dahi geçmeden Anadolu sosyal yapısına entegre olmuşlardır.

Bu dönemde doğudan gelen nadir göçmenlerden olan Kazaklar ise kendi kültürel kimliklerini koruyarak özellikle Ege bölgesinde kendilerine sosyal anlamda yer bulmuşlardır. Tarih boyunca yoğun nüfus ve farklı kültür kimliklerinin hareketine şahit Ege için bu kabuller kolay gerçekleşmiş ve ciddi anlamda sosyal çatışmalara yol açmamıştır.

Yakın dönemde 1980’lerin sonlarında gerçekleşen Bulgar göçmenlerin gelişi de burada zaten akrabaları olanlar tarafından gerçekleştiği için yine kolayca atlatılmıştır.

Buraya kadar göçlerin ağırlıklı sosyal ve siyasi şartların zorlaması ile gerçekleşen bölümüne baktık. Ancak göçler özellikle 1980’li yılların sonunda alışılmışın dışında farklı bir biçimde gerçekleşmeye başlamıştır. Özellikle savaşların zorlaması ile gelişen bölgesel hareketlilik göç kavramının bir farklı kategorisi olan mülteci akımı kavramı ile açıklanmaktadır. Yani geçici bir süre şartların zorlaması ile insan gruplarının yer değiştirmesine mülteci akını adı verilmektedir. Buradaki kilit sözcük ise “geçici süre” bu süre birkaç ay ile birkaç yıl arasında bir süreyi işaret eder ki göçmen kavramından farklılaştığı nokta da tam burasıdır. Çünkü göçmenler geri dönüşü olmadan o sosyal yapı içerisinde kendilerine bir yer bulmak amacı ile gelirken mülteciler geçici bir süre barınmak için gelirler.

Dolayısı ile göçmenler yeni topraklara doğru hareketlenirken kendi kültürel kimliklerini koruma kaygısı taşımanın yanında gidilen bölgenin kurallarına da uyma kaygısı ile giderler ve bir şekilde o yapıya uyum sağlamanın yollarını bulmaya çalışırlar. Oysa mültecilerde böyle bir kaygı yoktur ve çünkü hayatları travmatik biçimde değişen bu insanların tek kaygısı günü kurtarmaktır yani aç kalmamak. Bu nedenle de gidilen yerin kanunları kuralları pek umurlarında olmadığı gibi büyük kitleler biçimde hareket ettikleri için, gittikleri bölgenin nüfus yapısını kökten değiştirir ve hatta adeta işgalci gibi üstün konuma gelebilirler. Bu duruma bir de travma ile hareket eden bu insanlara yerleşikler tarafından acıma hisleri ile yaklaşılması çoğu zaman gelen kültürü daha güçlü kılar. Bu durumda gelişleri travmatik olanlar vardıkları noktalarda travma yaratmaya başlarlar.

1990’lı yılların sonundan itibaren başlayan özellikle Afrika kökenlilerin göçleri sosyal dokuyla uyumlu olmamasından dolayı, başta sosyal yapının renklenmesi olarak görülse de sonrasında artan suç oranlarına katkıda bulunmaya başlaması, travma yaşayanın travma yaşatmaya başlamasının ilk örneklerindendir.

Ancak bu travma yaşatma sadece basit suçlarla sınırlı kalmamaktadır. 1980’li yılların sonunda o zaman ki Irak yönetiminin gerçekleştirdiği Saringazı saldırısını takiben Türkiye sınırında bulunan bölgesinden Türkiye’ye çok kısa sürede o zamanın şartlarına göre muazzam bir mülteci akını yaşanmıştır. Çoğu savaşta sadece üstündeki kıyafetlerle kaçan on binlerce insan Türkiye sınırına yığılmıştır. Daha önce bir yığılma yaşamamış olan Türkiye bu duruma gayet doğal bir reaksiyon göstererek, yaşanan bu dalgalanmayı bir göç hareketi gibi karşılamış ve bu insanlara sahip çıkmıştır.

Bugün yaşanan olayların ışığında o günün argümanları değerlendirildiği zaman, Saddam rejimi tarafından gerçekleştirildiği iddia edilen saldırının gerçekte kim tarafından planlandığı dahi tartışılabilir. Çünkü bu mülteci akını o zaman kadar kontrol altına alınmaya çalışılan bölgesel terörü adeta üzerine benzin dökülen ateş gibi tüm Türkiye’ye yaymıştır. O günün şartlarında kadın çocuk ihtiyar binlerce masumun içinde yüzlerce militan kolayca Türkiye’ye sızmıştır. Yine değerli stratejik ortağımız, mültecilere bulgur makarna vereceğim diye onlarca helikopterle bölgeye müdahale etmiş ve ciddi anlamda askeri mühimmat sızan terörist militanlara ulaştırılmıştır. Çekiç Güç bu dönemde kurulmuş ve 36. paralelin üstünde ABD silahlı kuvvetleri kalıcı biçimde yerleşmiştir.

Bu yaşanan mülteci akını Türkiye’ye oynan oyunun bölgeden çıkartılarak ülkeye yayılması ile sonuçlanmıştır. Başta uyuşturucu trafiği olmak üzere doğu batı hattında her türlü kanun dışı eylemi gerçekleştirebilecek yapılar ülke geneline yayılmıştır. Bir de bu duruma artan terör baskısı eklendiğinde durum oldukça karmaşık bir hal almıştır. 1990’lı yıllarda yaşanan hükümet krizleri ise hem siyaseti hem ekonomiyi derinden etkilerken devlet yapısında da boşlukların oluşmasına neden olmuş ve bunun sonucunda Türkiye her anlamda ciddi bir karmaşaya sürüklenmiştir.

2000’li yılların başında 11 Eylül’ü bahane eden Amerikan yönetimi önce Afganistan sonrasında ise Irak müdahaleleri ile bölgedeki zaten pamuk ipliğine bağlı yapıları yerle bir ederek çevre ülkelerde de çok ciddi kaosa neden olmuştur. Afganistan müdahalesi, Pakistan’ın ve Özbekistan’ın iç dengelerinde ağır tahribatlar yaratırken, Irak müdahalesi Suriye ve Türkiye’de ciddi tahribata neden olmuştur. Nitekim bu müdahaleden 10 yıl sonra Suriye’de halen sürmekte olan iç karışıklığın temelleri atılırken 2000’li yılların başında bitirilme noktasına gelen terör, Türkiye sınırları dâhilinde yeniden alevlenmiş; binlerce askerimiz, polisimiz, korucumuz ve diğer güvenlik gücü mensuplarımız şehit olurken yine binlerce masum sivil hayatını kaybetmiştir.