Çamlıhemşin, Ayder…
Devam-4
Bu gün kü rotamız Çamlıhemşin, Ayder yaylası… Arabadan iner inmez Çamlıhemşin Belediye Başkanı İdris Lütfü Melek’le hemen sohbete başladık. İki yıl önceki gelişimde tanışmıştık. Ne de olsa az buçuk hemşeri sayılırız. İzmir’de gazetecilik yapmış. Ortak tanıdıklarımız var…
Necla çok hoşsohbet. Tam tipik Trabzon kadını. Akıllı, nüktedan… Bize anlattığı Karadeniz fıkraları ile gülmekten kırdı geçirdi. Necla ’nın eşi yirmi bir yıl önce ölmüş. Bir daha evlenmemiş Necla, kendisi ile ilgili şakalar yapıyor… Diyor ki “Şimdu çıksa karşıma birisu. “Ben senun kısmetinum.” dese… ha oğa bi odun vuracağum… deyeceğum ki “Şimdiye kadar nerdeydun?..”
Burada yangın tehlikesi yok!.. Dakika başı yağmur yağıyor. Pazar günü herkes yaylaya pikniğe, mangal yakmaya çıkıyor. Yanlarında çadırları, yağmur başlar başlamaz çadıra doluşuyorlar.
Suna Yılmaz Erdoğan İstanbul’dan katılan arkadaşım. Öğretmen emeklisi, şimdi kendi atölyesinde kurs veriyor. Kısacık sarı saçları ensesinden aşağı doğru uzanan incecik örgüsü ile yabancıları andırıyor. Hatta bazı yerlerde satıcılar İngilizce veya Rusça konuşmaya çalıştılar. Ayder yaylasının tepesinde yemek yiyeceğiz. Menümüz gene alabalık. Otobüslerimiz lokantaya 15 dakikalık uzaklıkta park edildi. Yürüyerek yukarı çıkacağız. Herkes yukarı çıkarken aşağıda horon tepenleri görünce dayanamayan Necla’nın kanı kaynadı. “Ha biz aşağı cidelum. Horon tepelum, sonra çıkaruz. Zaman var da!” dedi. “Peki” dedik. Aşağı indik. Herkes piknik yapıyor, mangallar yanıyor. Et kokuları cızır…cızır…mis gibi…
En tepelerden aşağıya bir şelale akıyor. Yeşilin ortasında şıkır şıkır, incecik görünüyor. Oralılar ona “gelin teli” diyorlar. Yorulduk lokantaya gitmek istiyoruz, ama yarım saatlik yol uzaklaşmışız hem de yokuş yukarı çıkmamız gerek!.. Beni aldı bir tasa! Necla “Merak etmeyun, otostop yapacağuz. Ben sizi Rus bunlar, gezmeye gelmişler. Ha bizi yukaru çıkartun uşaklar deyeceğum.” dedi. Dediği gibi de yaptı bir arabayı durdurdu. Doluştuk içine. Ama Rus taklidi yapmadık, doğruyu söyledik. Gençlerle Türkçe konuştuk. Sağ olsunlar bizi lokantaya kadar götürdüler. Bizi orada gören diğer arkadaşlar şaşakaldılar. “Siz ne zaman geldiniz?” diye…
Çayır çimen gezerken ayakkabım su almış. Ayaklarım üşüdü… Lokantanın ortasında kocaman taşlardan kuyu gibi örülmüş bir ocak var. İçine koca kütükleri atmışlar. Üstünde bir ibrik asılı… Sıcacık alevler dans ettikçe kedi gibi etrafına sıralandık. Isındık…keyfimiz yerine gelince bizimle birlikte gelen Anadolu Rak sanatçısı Ali Kurtuluş Şavlı'nın güzel sesi ile birlikte çiseleyen yağmur eşliğinde türküler, şarkılar söyledik…
Bu yıl yemekte İdris başkanın masasına oturmadım yan masaya geçtik. Geçen yıl onun masasında idik en son servis bize yapıldı. Sorduğumda “Biz konuklara öncelik tanırız.” demişti. Ama şans bu ya gene en son servis bize yapıldı. Ben de “Başkanım yoksa siz mi tembihlediniz?” diye şakalaştım.
Dönüş yolunda Ruslar şarkı söylüyorlar “Patisoooraaan…patisoooraaaan…” Bizim muzip Necla eşlik ediyor “Patates soooğaaaan…patates soooğaaaan….”
Keyifli bir günü daha sona erdirmiştik…
* * *
Bu gün 9 Temmuz 2012 Pazartesi Akçaabat Uygulama Oteli’nin bahçe duvarlarını resimlerle süsleyeceğiz. Herkes boyamak istediği alanı ve resmi seçti. Ben kilim dokuyan bir Karadeniz kadını yapmak istedim. Bir bölüme de ortaya büyükçe bir Türk Bayrağı ve etrafına da katılımcı arkadaşların ülkelerinin bayraklarını yaptılar. Barış ve dayanışma mesajı veren hoş bir görüntü oluştu. Yani bizi anlatıyordu.
Sonra bizim kızlar gene plaj istediler. Salacık plajına geldik. Dikkatimi çeken şey burada kumlar kapkara idi. Plajda oynayan ve kumlara bulanmış küçük kızın vücudu güneş altında sim sürülmüş zenci gibi parıl parıl parlıyordu. Bizimkiler çılgınca kendilerini serin sulara bıraktılar, çocuklar gibi eğlendiler... Gelmeden önce bazı arkadaşlar “Onların ülkesinde deniz yok. Ya yüzme bilmiyorlarsa, boğulurlarsa!..” diye telaş ettiler. Ama hepsi balık gibi yüzüyordu. Olga ile paylaştığımda “Hülya abla, onlar çok küçük yaşlardan itibaren devamlı havuzlara yüzmeye giderler. Sanata ve spora çok önem verirler.” dedi…
Böyle bir yere giderken yanıma yetecek kadar kağıt ve birkaç kalem alırım. Oralarda biri kağıt veya kalem istedi mi vermeye ödüm kopar. Çünkü sonra açıkta kalırım diye korkarım. Dağın başında nereden bulursun kırtasiyeci… Trabzon Femin Art üyesi Şükran (Nalbant) ile bu yıl tanışmamıza rağmen karşılıklı birbirimizi çok sevdik, kaynaştık. Bana kalem hediye etti. Mal bulmuş gibi sevindim...
Fotoğraf makinemin pili bitmez mi? Yedeklerde bitmişti…Kahrolurken imdadıma İlhan hanım (Saka) yetişti. Bana fotoğraf makinesini verdi. Benim makinenin hafıza kartını takarak gönlümce resimledim o güzellikleri…Sağ olsun…
Şahver hanım (Altuntaş) ise yayladan kenarları pembe-beyaz, ortası bordo mine mine çiçekleri olan bir bitkiyi öğretti bana. Dağ çayı diyorlarmış. Kimisi de kekik… Ama İzmir Mordoğan’daki kekiklere hiç benzemiyor. Siyah çayı demlerken içine attıkları gibi tek başına da demleyerek de içiyorlarmış… Ben de topladım, deneyeceğim… İçerken Şahver’i anacağım…
Geziler sonunda böyle güzel kalıcı dostluklar beni çok mutlu ediyor. Gönlüm zenginleşiyor. Dost, arkadaş kumbaram dolup taşıyor, seviniyorum…
Devam edecek...
Şeker bayramınızın şeker tadında geçmesi dileğimle, mutlu bayramlar...
Hülya Sezgin/ Kültür sanat bölüm yönetmeni
www.haberhurriyeti.com