Dış ticaret cari işlemler açığı demek, denklem basit “toplam ihracat – toplam ithalat = dış ticaret cari işlemler bilançosu (açık ya da fazla)”.
Bilmeyenler olabilir, ihracat ülke içinde yerli ve yabancı yerleşik firmaların ürettiği ürünlerin dış ülkelere satımı demektir, bu durumda ülkeye "döviz girişi" sağlanır.
İthalat ise; ülke dışındaki yabancı firmalar tarafından üretilen ürünlerin satın alımı demektir, bu da tersine ülkeden "döviz çıkışı"na yol açar.
Türkiye'nin dış ticareti sürekli döviz açığı verir, bunu yine dış dünyadan döviz birimi cinsinden borçlanarak karşılıyoruz.
“Cari işlemler bilançosu" fazla verirse; zaten son derece doğru işler yapıyoruz, sürekli fazla verip "milli sermaye" biriktiriyoruz anlamına gelir, oysa ki durum tam tersi.
Bizim ihracat ile ithalat farkı “negatif” süreklilik arz ediyor, yani “cari işlemler açığı” kronik bir durum.
Açık, son derece yerli ve milli (!) yapısal sorunlardan kaynaklanıyor!
Hani şu meşhur yan yattı çamura battı, her başımız sıkıştığında bahane edilen, kem dış güçlerin pek bir işine gelen durumu aslında kendi kendimize yaratıyoruz.
Özetle; mevcut iktidarın ekonomi politikalarının kolay yolu tercihinden dolayı, kartopu gibi borçlanmayı da katlayan, kronik yani süreklilik arz eden cari işlemler açığı veriyoruz.
Bu durumun değişmesi için, ülkenin ekonomik yapısında "radikal" değişimler gerekiyor.
Dış sermaye güçlerinin dilediği topu çevirdiği, serbest piyasa hokkabazlarına kapıların ardına kadar açık olduğu, ithalat ürünlerinin açık ara egemenliğine dayalı bu sistemi tamamen tersine doğru değiştirmemiz gerekiyor.
Türkiye 10 birim ihracat yapmak için, ürünün niteliğine göre değişen ortalama - en az - 4 birim ara mal ve hammadde ithalatı yapmak zorunda!
Kabaca; ihracat ürünü üretebilmek için de ithalat yapmak zorundayız.
Tüketiciler tarafından çok tercih edilen son teknolojiye dayalı ürün yelpazesini, dünya ile rekabet edemediğimiz için direkt ithal edince, haliyle dış ticaret ithalat lehine doğru hızla gelişiyor.
Katmedeğeri yüksek ürün, yani ithal ettiğimiz ürünlerden çok daha fazla kâr edebilecek teknolojik buluşa dayalı mal ve hizmet üretemiyoruz.
En önemlisi uluslararası markalaşamıyoruz, ancak yabancı patentli markalara taşeronluk yapıyoruz, "fason üretim" yapıyoruz.
Fason üretim ne demek bunu biraz açalım; fason üretim yapan şirket kendi markasını ürüne basmaz, ucuz üretimdir, tanınan marka olmuş şirketlerin kendi bünyesi dışında tanınmayan şirketlere ürün yaptırıp, tanınmış bilinen kendi markasını ürüne bastığı üretim biçimine "fason üretim" denir.
Genellikle; tanınan marka olmuş tekstil ve otomobil gibi sektörlerdeki şirketler, bu tarz üretime sıkça başvurur.
Uluslararası markaların yedek parçalarını üretip, montaj yaparak nereye kadar gidilebilir ki!
Yurtiçi sermaye biriktiremediğimiz için, dış dünyadan da deli gibi borçlanıyoruz.
Şimdi ki üretim biçimine göre; dışarıdan alınan borçların ikame edildiği sektörlerin toplam kazancı, ithalat harcamalarımızı karşılayamıyor.
Tarım da böyle, hayvancılık da, imalat sanayi de, hizmet sektörü de !
Böylece tasarruf olmayınca, sermaye de birikmiyor.
Dışarıdan yapılan borçlanma ile gelen sermaye ise yanlış sektörlere harcanıyor, yüksek katmadeğer üreten sektörlere yatırım yapılmıyor.
Yol, köprü, tünel, hastane, konut, AVM inşaatları bunlar hep tüketimi azdırmaya dönük harcamalardır.
Bazı yıllarda yüksek oranlarda büyüme nedenimiz düşüncesizce borçlanmaktan dolayıdır.
Daha eski borç bitmeden, yeni borç alınırsa ne olur?
Sermaye birikimi ile büyüme arasında ters orantı vardır, yüksek büyüme hızı ile tasarruf yapamazsınız.
Oysa yüksek enflasyonla beslenerek ortaya çıkan yüksek büyümeyle övünülen yanlış bir algı yaratılıyor.
Türkiye dengesiz büyüme ve küçülme grafiği çizen bir ülke.
Neyimiz dengeli ki !
2005’den 2017 sonuna kadar cari işlemler açığının toplamı astronomik rakamlara ulaşmış.
12 yılda toplam “911,1 milyar dolar” açık vermişisiz.
(Gümrük ve ticaret bakanlığı resmi sitesinden dış ticaret istatistiklerini incelediğimizde elde edilen rakamdır)
Her yıl ortalama yaklaşık "76 milyar dolar" cari işlemler açığı veriyoruz.
Pekiyi bu açığı nasıl karşılıyoruz?
Tabii ki borçlanarak.
Borcu kim veriyor?
Dış dünya…
Borç verenler, imtihan sorularını da hazırlıyor.
Borç verenler, bunu nerede kullanacağımızı da tayin ediyor.
Borç verenler, bizi çok sevdiğinden kıyak geçiyor diye anlaşılabilir, oysa durum tersi.
Ülkeyi ipotekler ve garantiler karşılığında borçlandırmak çok eski bir emperyalist taktiktir.
Meşhur Osmanlı tokatını, Osmanlı'ya borç veren emperyalistler Osmanlı’nın ta kendisine attı.
Oysa bu konuda tarihsel olarak son derece tecrübeliyiz.
Fakat akıl parayla satılmıyor, borç alarak geçiştirilen, ötelenen gayr-i milli bir ekonomik sistemimiz var.
Bir gün gelecek ülkeyi ipotek ederek aldığımız borçlar, bize gayr-i milli sermayenin eline geçmiş yol, su, elektrik, köprü, tünel, konut, AVM olarak geri dönecek.
Son söz, bu sistem değişmezse ülke kaynakları borçlana borçlana tamamen yabancıların eline geçecek!