CUMALI’NIN MUHTARI İSMAİL AMCA…

Zeynel KOZANOĞLU

 Bugün dürüstlük anıtı bir büyüğümüzden söz edeceğim. Bir yerde Vali filan değildi. Yüksekçe bir koltukta da oturmuyordu. Yani, onun “büyük” lüğü  kendi özünden geliyordu. Oturduğu koltuktan değil.  İnsanın saltanatının oturduğu koltuğa bağlı olması ne kadar kötü.

Elli yıl önce bir ortamda adam yerine geçtiyseniz, ömür boyu o ortam tarafından “adam” gözüyle görülmenizdir önemli olan. Yoksa sabun köpüğü gibi gelip geçici şöhret benim sevmediğim bir hal. Ve insanın başına gelebilecek en kötü hal.

Muhtar İsmail Ertürk amca 1960 yılı ihtilali sonrasında Gelibolu’nun Cumalı köyünde Muhtardı. Ben de bu minicik köye  yedeksubay öğretmen diye verilmiş bir genç idim. Hayruş’um yanımdaydı, bir tek kızımız vardı, Filiz… Ve köyde rahattık.

Ben “dört dörtlük” diyebileceğim dürüstlükte pek az insan tanıdım. İsmail amca bunlardan biri idi. Aslında rahmetlinin kitabı yazılır ama, artık vakit geç oldu.

Cumalı köy denilemeyecek kadar küçüktü.  Öğretmen olarak da ilk beni görmüşlerdi. Sözden sohbetten anlayan insanlar arasındaydım.  O zamanda televizyon yok. Elektrik bile yok. Köyde erkekler sık sık bir araya geliyoruz ve dereden tepeden sohbet ediyoruz. Daha önce de yazdım onlara İnce Memed’i okuyorum. Kendilerini olaya kaptırdıklarından tasvire sıra gelince “Geç orayı, Hoca geç” diyorlardı… Haksız da değillerdi hani. İnce Memed Hatçe’yi almış kaçırmış. Köylüler peşine düşmüşler. Ha yetişti ha yetişecekler iken tasvir satırları başlamıyor mu? Doğrusu ben de merak ediyordum.

İsmail Amcanın nasıl bir “adam gibi adam” olduğuna dair örnek vermem gerek. Yine bir gün beş on kişi oturmuş laflıyoruz. Ben onlara sürekli hırsızlara, arsızlara, dolandırıcılara karşı uyanık olmalarını öğütlüyorum. Çünkü  hırsızdan, dolandırıcıdan o zaman da  tiksiniyordum.

“Özellikle şehirlere gittiğinizde gözünüzü dört açın” diyordum.

Ben öyle dedim ama, ömrüm dolandırılmakla ve aptal yerine konulmakla geçti, o başka. O aslında başka bir yazı konusu olabilir. Her neyse…

İsmail Amca yarın Gelibolu’ya gideceğini söyledi.  “Kandırılmayın, uyanık olun” demiştim ya, aklıma bir cinlik geldi. Bir kitaptan kesip cebimde taşıdığım bir on liranın fotoğrafı vardı. Şöyle kibrit kutusunun kapağı kadar büyüklükte, gerçek sanılması imkansız bir kağıt parçası.

Onu İsmail amcaya uzattım. Gelibolu’dan bir şeyler ısmarladım. Aldı, özenle yeleğinin cebine yerleştirdi. Beş on dakika daha lafladıktan sonra Muhtar amcaya  “Ben dikkatli olun, kandırılmayın diyorum. Ama sen kolayca kanıyorsun” dedim. “Yok oğlum, ben kanmam” demez mi? Sonra aramızda şu konuşma geçti:

“Peki, az önce on lira diye verdiğim kağıt gerçekte on lira mıydı?”

“Hayır, değildi elbet.”

“Nasıl değildi, aldın on lira diye kabul ettin ya…”

 “Elbet kabul ederim oğlum. Sen bu köyün öğretmenisin. Seni mahcup eder miyim?”

“Eşyayı getirecek miydin?”

“Evet…”

“Ya paranın üstü?”

“Paranın üstünü de verirdim. Sana helal olsun.”

Ben böyle adamlar da tanıdım. Nur içinde yat İsmail amca… Ama geçtiğimiz altmış yıl içinde öylelerini de tanımak zorunda kaldım ki, onlar utanmadılar ben insanlığımdan utandım. Lafı buraya kadar getirmişken kendimi biraz övmeme izin verecek misiniz?

1962 yılında ayrıldığım Cumalı köyünden 2016 yılının Haziran ayı biterken, yani tam 52 yıl sonra Internet üzerinden bir mesaj aldım. Şöyle deniliyordu:

Sayın Zeynel Kozanoğlu! Bilmem hatırladınız mı? 50 yıl önce Hüdâver İptaş’ın kardeşi Şöhreti… Ben sizi hiç unutamadım. Talebeniz olmak gibi bir şansım olmasa da köyümde yarattığınız  mucizeleri hatırlıyorum. Nasıl yoktan bir okul düzenleyip pırıl pırıl öğrenciler yetiştirdiniz,  canım ablam gibi…  Sizi ben hiç unutamadım iyi ki varsınız?

Türkiye’de görev yaptığı köyden ayrıldığından elli dört yıl sonra böyle bir mektup alan kaç öğretmen varsa, onlardan biri de görüldüğü üzere ben oluyorum. Ve elli dört yıl benim babamın hayatta kalabildiği yılların iki mislinden bile fazla.

“Kader ağlarını örüyor” diye buna mı diyorlar acaba?