Muhafazakâr kitle; yıllarca cumhuriyet yönetiminin jakobenci, baskıcı ve mühendislik oyunlarıyla toplumu dönüştürdüğü anlayışını çok eleştirildi. Bu şikayetlerin, eleştirilerin haklı yönü de yok değildi. Zira Batı'da asırlarca kan ve gözyaşı üzerine verilen mücadele sonucunda yükselen demokrasi kültürü bizde cumhuriyet elitisti tarafından adeta tepsiyle Türk toplumuna sunuluyordu. Asıl sıkıntı toplumun daha birey olma sürecine ulaşmamış olmasıydı. Asırlarca padişaha karşı kul olma vasfının ötesine geçememiş olan Türk toplumu ilk kez kendi adına karar verecekti.
Osmanlı’da halk kendisini padişaha “Kulunuz” diye hitap ederken, Kapıkulu, kul sistemi, devşirmelerden oluşanların kul olarak devlet mekanizmasında çalışmış olması herhalde yeterli örneklerdir. Diğer yandan okur-yazar oranının çok düşük olduğu, kapalı toplum hayatının devam ettiği Türk milletine, cumhuriyeti ve demokrasiyi kabul ettirmek, hayat tarzı haline getirmek zaman alacaktı.
Oysa Milletleşme süreci cumhuriyetin en büyük projesi olarak öne çıkmıştı. Bireyin Osmanlı’da olduğu gibi “kul “ anlayışından şahsiyetli bireye dönüşmesi, millet iradesinin egemen olması belki bizler için Fransız devriminden daha önemli bir devrim olarak öne çıkmıştı. Ancak unuttuğumuz bir şey vardı. Bütün sistemler, ideolojiler neticede uygulandıkları toplumun algılayış ve düşünüş çevresiyle ilintili olduğu gerçeğidir.
Cumhuriyet rejimi ideal bir yönetim şekli olarak Türk toplumuna sunulmuştu. Süreç içinde iki büyük hata ile karşılaşıldı. Birincisi uygulayıcıların gerçekten jakobenci bir ruhla toplumu değerleriyle, inançlarıyla dönüştürme gibi pozitivist-militarist bir yaklaşım sergilemeleri olmuştur.
“Kabe Arabın olsun, / Çankaya bize yeter! " gibi fanatizmi ve gayri ilmi yaklaşımların oluşturduğu seküler pozitivizme tepki olarak uyuklama evresinde olan bir başka militarist akımın (Tarikat)tekrar zuhur etmesine zemin hazırlamıştır.
Bu iki uç anlayış devleti ele geçirme mücadelesini verirken hem demokrasinin kesintiye uğramasına sebep oldu hem de devleti bir sıçrama tahtası olarak gördü. Bu iki arkaik düşünceden dolayı bir türlü devleti 95 yılda "milli devlet" haline getiremedik.
Cumhuriyeti kuran irade Türk milliyetçiliği düşünce sistemini temsil ediyordu. Yıllarca Batıdan pompalanan pozitivizm akımları ve 1917 Bolşevik ihtilali cumhuriyet Türkiye’sinde bir mücadelenin fitilini de ateşliyordu. Mütedeyyin insanları paranteze alarak politikalar üreten pozitivist-seçkinler zaman zaman gördükleri tehlike karşısında ihtilal, muhtıra gibi gayri hukuki yollara başvurarak muhafazakâr kitlenin sistemin dışında kalmasına sebep oluyordu. Yaptıkları bir çözüm değil sadece kendilerince tehlikeyi ötelemekti.
Diğer yandan ülkenin sanayileşmesiyle birlikte köyden şehre göç ile şehirlerin etrafında büyük varoşların ortaya çıkmasına neden oldu. Köyden gelenler şehirleşmeden köy kültürünü şehre taşıdı. Sanayinin, medeniyetin bütün imkânlarından yararlanan ama eleştirel mantıktan, sorgulayıcı zihniyetten mahrum bir kitle artık şehirlerimizde, caddelerimizde avm’lerimizde farklı giysileri, ritüelleri ile toplumsal hayatımıza girmeye başladı. (Toptancı bir yaklaşım olarak yazmıyorum, tarikat kültürü bu kitle içinde ortaya çıktı diyorum.)
Şehir hayatının bireyci özelliği bu kitleyi ürkütüyordu. Zira kapalı köy hayatında herkes birbirini tanıyor ve birincil ilişkiler hayatlarını dönüştürüyordu. Yeni bir durum ile karşı karşıyaydılar. Kendileri için sığınılacak üstün özellikleri olan birine “intisap” etme eğilimi kısa sürede geçmişte de var olan tarikatların mantar gibi büyümesine sebep oldu.
Ucuz kurtuluş yolu, dünyadayken cenneti garantileme çabası Allah ile kul arasına yeni yarı tanrılaştırılmış şahsiyetlerin girmesine sebep oldu.
Muhafazakâr kitle içinde bazı gruplar “şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır.” Gibi absürt deyişlerle varlığını, insanlığını, hükmü şahsiyetini devreden bir yolu tercih etti. Artık o tarikatta mensup olanlar için her şeyin en doğrusunu mürşitleri biliyor ve eserlerinde de bu bilgileri temellendiriyorlardı. Müridin görevi ise onu dinlemek, eserlerini okumaktır. Kurtuluş ise kayıtsız şartsız biat etmekten geçer. Oysa İslam putları kıra kıra Allah’a ulaşma çabası iken bu yaklaşımlar Allah ile kul arasına koydukları putlarla hak yolunu kurdukları bariyerlerle kapattılar
İnsanların tarikatlara yönelme nedeni manevi kurtuluş iken girdikleri tarikatların dünyevi nimetlerle etraflarını sardıklarını maalesef göremez oldular.
Tarikatların bilgi kaynağı ilhamdır. İlham sonuçta öznel bir bilgi olup sadece ilgili kişiyi bağlarken Şeyhi’nin ilhamını, rüyasını bir olgu gibi düşünüp ona biat sadece bireyi hataya düşürmekle kalmadı. Şeyhin ya da liderin her emri kesin doğru kabul edilerek gereğinin yapılması yoluna gidildi. Bu arada tarikatlar nefis terbiyesi gibi bireyin ruhunu olgunlaştıran hareketler olmaktan çıkıp ekonomi, siyaset, eğitim ve güvenlik gibi kurumlara da ahtapotun kolları gibi sarmalama yoluna gittiler.
Tarikatların kapalı olma özelliği ve müritlerin öznel bilgi ile hayatlarını devam ettirmeleri, tek kişiye (Mürşit) bağlılıkları toplumdan soyutlanmalarına ve toplumun görmediği ya da topluma göstermedikleri gri alanları da devasalaştırdılar. Asıl tehlike bu bilinmeyen gri alanlarla zamanla ortaya çıktı ve çıkıyor.
Tek kişiye bağlılık zamanla ondan başka doğrunun da olamayacağı gibi başka bir hatayı da kurallaştırdılar. Tek kurtuluş yolu kendi yolları, tek doğru kendi doğruları, tek lider kendi liderleri gibi ayrışmayı ve kendinde olmayan herkesi düşman görme gibi eğilimler davranışa dönüştü.
15 Temmuz FETÖ darbe teşebbüsü hem gizlilik hem kendileri dışında herkesi düşman görme hem de tek kurtuluşun FETÖ lideri olduğuna olan bağlılık herhalde bu yazılanlara en somut örnektir.Önümüzdeki süreçte Türk devleti için en büyük yakın tehdit bu yapılar olacaktır.
Bugün AKP iktidarıyla yaşadığımız bu süreç ve gelinen nokta; Cumhuriyetle başlayan milletleşme sürecimizi tamamlayamamış olmamızdan ve insanımızı cemaat-tarikat- aşiret girdabından, esaretinden kurtaramamış olmamızdan kaynaklanmaktadır.
Kurban bayramınızı en içten dileklerimle kutlar Türk-İslam dünyasına hayırlara vesile olmasını dilerim.