HDP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması ve partilerinin kapatılması meselesi.
Ne gariptir ki; HDP üzerinde tepinerek sürekli toz kaldıran AKP'nin parti kapatmanın çözüm olmadığı söylemini gerek Ömer Çelik gerekse Numan Kurtulmuş'un ifadelerinden duyduk, dinledik.
Şahsen hiç de garip bulmadım, zira AKP'ye, üzerinde tepinerek toz kaldırıp diğer partileri de çıkan tozda boğmak için bir enstrüman lazım, o da HDP'dir. Bu nedenledir ki; Cumhur İttifakı olarak İYİ Parti'nin HDP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması için Meclis gündemine gelecek fezleke oylamasında takınacakları tavrı çok yakından takip ederlerken aynı zamanda suistimal edebilecekleri bir görüntü yakalamak için de sabırsızlıkla beklemekteler.
Benim kişisel tavsiyem; İYİ Parti, AKP veya Cumhur İttifakı'nın HDP milletvekilleri üzerinden yaratacağı algı operasyonunun şerrinden kaçma kaygısı ile kesinlikle ilkesellikten vazgeçmemeli, aksine fezlekeleri tek tek inceleyerek masum olanlara hayır, suçlu olduklarına inandıklarına da evet diyerek tercihlerini yüreklice ortaya koymalıdırlar. Velev ki; HDP'li bir vekil hakkında, cumhurbaşkanına hakaretten tezkere olsa; "Hakaret" veya eleştiri cumhurbaşkanına değil aşağı yukarı AK Parti Genel Başkanı'na olduğunu hepimiz tahmin edebiliriz. Bu konumdaki bir HDP veya bir başka siyasi parti milletvekilinin dokunulmazlığı niçin kaldırılsın ki? Siyasetin doğası gereği eleştiri velev ki ağır bile olsa meşrudur.
HDP'nin kurumsal olarak kapatılması için her türlü gerekçe varken; sadece ve sadece Cumhur ittifakının HDP'yi elinde sopa yapıp siyasi konjonktürü kendi lehlerine göre dizayn etme, diğer partileri hizaya sokma kurgusundan mütevellit CHP ve İYİ Parti milletvekillerinin fezlekeleri hakkında ne şekilde el kaldırıp indireceklerini takip etme düşüncesinin olduğunun herkes farkında.
"Kürt seçmen" gibi ayrıştırıcı bir ifadeyi siyasi literatürümüze sokanlar Türk milletinin birlik ve bütünlüğüne büyük bir kötülük etmişlerdir. "Kürt seçmen" ayırımı yapıldığı sürece bunun her daim HDP gibi siyasi kurumsal bir karşılığı olacaktır. Çünkü "Kürt seçmen" ayrımı aynı zamanda seçmen profilinde ayrı bir pasta dilimi gibi her daim vitrinde var olacaktır. Dolaysıyla, tüm HDP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılarak yargılanıp vekilliklerinin düşürülmesi veya HDP'nin doğrudan kapatılması ile murad edilen sonuç hiç bir zaman elde edilemeyecektir.
Kesin çözüm; hiç bir siyasi parti "Kürt seçmen" ifadesini kullanma ihtiyacı duymadan bölge halkından oy talep ederken aynı anda halkın da kendilerinin böyle ayrıştırıcı şekilde tanımlanmalarından rahatsız oldukları bir konjonktürün oluşması lazım. Siyaset kurumu, bölge insanının "Ne münasebet, biz bu ülkenin eşit haklara sahip vatandaşlarıyız. "Millet tanımı" bizi de kapsadığı halde niçin üzerimize ayrı bir kimlik tanımlaması yapılıyor" gibi ortak milli paydaya ait olma duygusunun sorgulamasının tehdidini hissetmelidir.
Ancak "Kürt seçmen" ayrımının müsebbibi siyaset kurumu olunca anlaşılan o ki; önlemini alıp düzeltmesini yapacak olan da yine siyaset kurumudur. İYİ Parti ve Meral Hanım bu anlamada siyasi bir mantalite geliştirmek istiyor. Bölge insanının oylarının kendi ittifaklarında konsolide olmayacağına kani olan cumhur ittifakı tekrar ediyorum, HDP üzerinde tepinerek çıkardığı tozla "Bölge sorununa" ilişkin inisiyatif ortaya koyma düşüncesini boğup, etkisiz hale getirirken teveccühün diğer partilere yönelmesine mani olmak istiyor. Bunun için HDP'yi siyasetin merkezine koyup onun üzerinden kurguladıkları oyunları Türk milletine izletmeye devam ediyorlar.
28 Şubat darbesi ve aklıma gelenler
"28 Şubat sürecinde İstanbul Büyükşehir Belediye başkanıyken görevden el çektirildim, hapse atıldım, siyasi yasaklı hale getirildim" derken bu cümlenin devamı olarak;
"Ancak CHP'nin, daha sonra da hep yaptığı üzere; demokrasimize ve demokratik haklara sahip çıkma amaçlı, siyasi yasağımın kalkması için ortaya koyduğu öncü tavır ile bugünlere kadar gelen bir süreç başlamış oldu. Bu anlamda CHP'ye müteşekkirim"
deme erdemini göstermek hem CHP'nin bekleyip hak ettiği jest, hem de ahde vefa gereği değil midir. Ancak ve ne yazık ki; her vesile ile "CEHAPE" diye diye CHP'yi geriye dönük cumhuriyet tarihinde yaşanmış tüm kötülüklerin müsebbibi görürken, hiç mi aklınıza gelmez; hapis hayatınız ve siyasi yasağınız.
Bu vefayı, bırakalım CHP'ye göstermeyi kendi seçmeninize bile göstermemiş olmalısınız ki; o seçmen ki İstanbul belediye başkanlığı seçimlerinde vermiş olduğu kararını siz beğenmeyip yenilenmesini YSK'ya dayatınca 800 bin oy farkı ile önemsemediğiniz gücünü size gösterdi.
28 Şubat'ın müsebbibi olanlara cart yaptınız curt yaptınız, ya 27 Nisan e-muhtırasının müsebbibi olana ne yaptınız; "Allah senden razı olsun Büyükanıt Paşam" dediniz geçtiniz.
Bunu ona söylediniz ama gizli kalması için de Dolmabahçe Sarayı'nda "Mezara kadar" deyip saklanması için sözleştiniz.
Gözlerimizin kör kulaklarımızın da sağır olduğunu düşünmek gibi bir tercih işinize gelebilir ama zamanın akışını takip ettiğimizde "27 Nisan e-muhtırasına niçin soruşturma açılmadı" sorusunun sorulamayacağını hangi aklınızla, irfanınızla ve vicdanınızla düşündünüz veya nasıl izah edebilirisiniz.
Evet, emekli bir asker olan Başbuğ Paşa'nın 15 Temmuz'a ilişkin yazdığı kitabındaki bir cümlesinde darbe çağrısı yaptığından hareketle tüm o dönem AKP milletvekillerinin Başbuğ Paşa'dan davacı olmasını isterken, bizatihi devrin Genel Kurmay Başkanı tarafından verilen 27 Nisan e-muhtırasını için niçin soruşturma yoluna gitmediniz.
''27 Nisan e-muhtırası''nın üzerine niçin gidilmedi
İlker Başbuğ Paşa daha ne yapacaktı Allah aşkına. Fetö'nün siyasi ayağının deşifresi için şifrenin saklandığı kasanın anahtarını bu konuşmasında olduğu gibi muhalefetin eline veriyor ama muhalefet bir türlü kasayı açmayı beceremedi.
CHP ve İYİ Parti her ne kadar denemişlerse de şahsen umduğum ısrarı gösterip, devamını getiremediler. MHP ise (Daha doğrusu kurumsal iradesi gasp edilmiş MHP) Fetö konusunda belki de en temiz ve masum parti olmasına rağmen AKP'nin tüm günahlarının vebalini peşin satın aldığı için kayıtsız şartsız onun yanında olmaya devam etmeyi yeğliyor.
AKP kendi gerçeği ile yüzleşmekten korkuyor, onları anlayabiliyoruz, ya muhalefet; ya çok beceriksizler veya kasa açılınca kendilerinin de dahil oldukları bir ayıpla karşılaşabileceklerinden korkuyorlar.
Bu konuşma sonrası alıyoruz ki; Fetö soruşturmaları için milad 17/25 Aralık değil, 2009 yılında Milli Savunma Bakanı, bakanlar kurlu ve genel kurmay başkanından habersiz olarak altında üç beş, her neyse AKP'li milletvekilinin imzası ile "Askerlerin her durumda, sivillerin de askeri mahalde işledikleri suçlardan dolayı sivil mahkemelerde yargılanması" yasa teklifini gece yarısı torba yasa içinde anayasaya aykırı olmasına rağmen verilmiş olması ve sonra da yasallaşmasıdır.
AKP, trol ordusunu etrafa salarak, yarattığı konjonktür sayesinde bu kadar somut gerçeği konuşturtmadı. Muhalif basın ve benim gibi bireyler ise hukukun tarafsızlığına inanmadığımız için başımıza ne geleceği belli olmadığı için bizler de ısrarcı olamadık. Anayasa Mahkemesi'nin bağlayıcı kararını takmayan cari bir yargı sisteminin hüküm sürdüğü bir ülkede hangi baba yiğit otoriteye karşı hak arayışına çıkabilir ki.
Partilerin kurumsal kimliği biz vatandaşlardan daha avantajlı olup, Başbuğ Paşa'nın hala cevabı alınamamış bu sorusunun takipçisi olabilirler, hatta asli görevleridir.
Dört duvar arasında dahi ülkücü kalabilmek
Ülkücü olmak sadece bir kişiden veya kurumdan yana olmak değil, vicdanınla tek başına ve dört duvar arasında kalsan dahi adam kalabilmektir.
"Ülkücü akademisyen" bir kardeşimiz milletvekili "Özlem Hatun"na hakaret içeren tweetleri çok ayıplayıp kendisine büyük haksızlık yapıldığını söyledi.
Eğer bu ülkücü bilinen akademisyen dört duvar arasında tek başına dahi ülkücü kalabilen birisi olsaydı sözünün devamında "Ancak Özlem Hanımın da üzerinde çıplak arama yapılan hemcinsi birisi için kullanmış olduğu aşağılayıcı ifadeleri de kabul etmek mümkün değil" diyebilmeliydi.
Bir diğer "Ülkücü avukat" ise "Partili cumhurbaşkanlığı sisteminde kuvvetler ayrımı tam ve kamil anlamda vardır, uygulanmaktadır" dileyebilmiştir.
Artık akademisyenlerin bir kısmı kariyer planlamalarını böyle yapıyorlar; ilgili mercilere dolaylı yollardan mesaj gönderme şeklinde. "Yerimi sağlamlaştırın, mümkünse daha yukarılara taşıyın ki; ben de size hizmet edeyim" mesajı.
"Özgür düşünceli demokrat Türk milliyetçisi" birisi olarak benim yanında yer alacaklarım elbette otorite ve baskıya sırtlarını dönebilen Boğaziçi üniversitesi akademisyenleri olacaktır. Otoriteye şirin gözükme gayretindeki, Türk milliyetçiliği adına dahi olsa hiç bir kişi veya kurumun yanında olmam elbette mümkün değildir".
Ancak şunu da memnuniyetle müşahede ediyorum ki; Türk milliyetçiliği, tek adam otoritesine karşı olanların inisiyatifinde etkin, yetkin ve yönlendirici konumundadır.
Eleştirilerimiz devletimize değil AKP'leşmiş devlete dir.
Eleştirilerimiz elbette Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne değil AKP'leşmiş devletedir. Bizlerin sana olan tepkimizi kudsiyet atfettiğimiz devletimize itaatsizlik şeklinde gösterme kurnazlığınız olsa olsa yine bizim kutsal bildiğimiz o zihinlerdeki "Devlet" kavramının arkasına sığınmaktır. Bunu, ittifakınızın azatlık kabul etmeyen iflah olmaz biatcı kölelerinize belki inandırabilirsiniz ama bizlere asla.
Bizim devletimiz AKPNİSTAN değil, T.C Devleti'dir. O devlet ki; cumhuriyet tarihi boyunca hiç bir zaman kendisine silah doğrultmuş, vatandaşının canını almış hain olduğunu bildiği bir yapıyı, çeteyi veya örgütü muhatap alıp sarayında ağırlayıp sözleşme, anlaşma veya antlaşma yaparak savaştığı bir yapıya statü kazandırmamıştır. Kim bu örgüt; PKK.
Yine hiç bir zaman T.C Devleti'ni yönetme konumuna gelmiş kişi veya partiler illegal hain yapıların yardımına baş vurup, onlarla işbirliği yaparak yönetime gelip başta Türk Ordusu olmak üzere en değerli kişi ve kurumlarına kumpas kurmamışlardır. Kim bu örgüt; Fetö
Evet hain yapılarla (Fetö) iş birliği sizi iktidara taşıyıp muktedir etmiş olsa da ve sizler her ne kadar T.C Devleti'nin kendi imkanlarını kullanarak onu adeta AKPNİSTAN'a dönüştürmüş olsanız da şunu bilin ki; döneminiz Türk milletinin dini taassubundan mütevellit, hesabını yapmadan evine aldığı misafirin hainliği şeklinde tarihinde yerini alacak ama sizi asla affetmeyecek. Nasıl mı; son İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçiminde olduğu gibi büyük bir haz duygusu ile sandığa gömerek.
Sıfır noktadaki PKK terörü ile teslim aldığınız ülkeyi bölge halkının oyuna talip olmak için bölgenin fakirlik sorununun adını "Kürt sorunu"na çevirip, sindirilmiş PKK'ya böylece can suyu verip suistimaline açık alan yaratarak tekrar aktif hale gelmesine vesile oldunuz. Devlete ve millete bu kötülüğü niçin yaptınız. Yine işbirliği yapıp sayesinde muktedir olduğunuz ve devlet yönetimini paylaşıp muhatap kabul ettiğiniz hain Fetö terör örgütü 15 Temmuz ihanetini yaptı. Onları bu cüretkarlığa iten sizin onlara sağladığınız imkanlar değil miydi.
Şimdi size soruyorum; bu iki hain örgütle şu veya bu şekilde yöneten konumundayken yaptığınız işbirliği ile Türk milleti ve devletine yaşatılan kötülüklerin müsebbibi olan sizler, şahidi olan bizlere Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne sadakatimizi hangi cüretle sorgulayabilirsiniz? Hainlik üzerine birimlendirilmiş kalibreniz ile devletimize ve milletimize sadakatimizi ölçmeye nasıl cüret edebilirsiniz?
Acımızı sorgulamamıza kalkan olmanıza müsaade etmeyeceğiz.
Yüzde 90 oranında hükmettiğiniz basın ve medya yoluyla iradelerini kendinize sorgusuz sualsiz amade kılıp, biat ettirerek etrafa saldığınız trol ordunuz ile sesimizi susturmanıza müsaade etmeyeceğiz. AKP'leştirdiğiniz devletin algı mühendislerine dizayn ettirdiğiniz algı operasyonlarına değil aklımıza ve zekamıza itibar edeceğiz. Çünkü üç beş ahmak algı mühendisinize hazırlattığınız "Kabataş yalanı"nız aklımızda mıh gibi çakılı duruyor.
PKK terör örgütü veya onun Apo denen katil başı ile açılım saçılım ve her türlü saray muhabbetinize karşı çıktık ancak; Madem ki 13 oy için (Gerçi alamadınız çakıldınız) Apo'yu devreye sokmayı göze aldınız da niçin 13 evladımız için aynı şeyi yapmayı düşünmediniz?
Hep diyorum ya; AKP için kutsal olan "can" değil "siyasi güç"tür. Dolaysıyla, kendi itikatlarına göre hareket etmişler, seçimde siyasi güç devşirmek için Apo'ya ısmarlama mektup yazdırmışlardır, yadırgamadım. Bugün seçim olsaydı belki de Kandil'de Karayılan'ı bulup ona da ısmarlama mektup yazdıracaklardı.
16 Şehidimizi ülkenin değişik kesimlerinde yüce Mevla'nın cennetine tek tek uğurlarken; içlerinden birisinin dahi cenazesine katılabilme yürekliliğini gösterememenin arkasında onların şehadetlerinin müsebbibi olma duygusu olabilir mi. Bence öyle olduğunu bugün kendi eşrafından birisinin cenazesine iştirakı ile göstermiş oldu.
Yine tekrarlıyorum; bunlar için kutsal olan "siyasal güç"tür. Bugünkü cenazede bulunma nedeni ahde vefadan öte siyasi gücün aktığı pınarı kurutmamaya matuf siyasi bir çalışmadır.
Öyle ya; bugünkü cenaze törenine katılma gerekçesi velev ki ahde vefa ise en azından 16 şehitten bir tanesinin olsun cenazesine katılmamasının adını ne koymak lazım?
13 Şehidimiz ''Esir''miydiler ''Rehin''miydiler?
"Esir" ile "Rehin" kavramları arasındaki farkın ne olduğunu bilmeyen ukala kadın.
Kendisine her iki kavram arasındaki fark hatırlatıldığında "Bunlar fasa fiso şeyler" mealinde, şaşkın ördek misali verecek cevabı olmayınca kıçı ile suya dalmaya çalıştı.
Bak ahmak; "Esir" kavramı savaş terminolojisinde geçen bir kavram olup savaşan taraflara hukuki sorumluluklar yükler. Yani senin hesabını kitabını yapmadan veya anlamına vakıf olmadan "PKK'nın elinde esir tuttuğu askerler" şeklinde bir cümle kullandığınız zaman PKK'ya kurumsal bir statü kazandırarak kendisini legal hale getirmiş oluyorsun farkında değilsin. Türkiye PKK ile savaşmıyor, sebep olduğu terör faaliyetleri nedeniyle etkisiz hale getirerek tasfiye etme mücadelesini veriyor.
Devletimiz 13 insanımızı PKK'nın infaz ettiğini açıklıyor, ABD ise "Doğruluğunu teyit edersek kınayacağız" mealinde bir açıklama yapıyor.
Bu ne demek; "Biz Türkiye'nin yaşanan olay ve durumlarla ilgi paylaştığı bilgilen doğruluğuna teyit etmeden güvenmiyoruz" demektir.
Peki ABD'yi ülkemizi bu aşağılayıcı tavra sokan nedir; kendi anayasamızda tanımlanmış olan anayasa mahkemesi kararlarının üst mahkeme kararı olup, bağlayıcı olmasına rağmen siyasi saiklerle gereğinin yapılmamasının gözlemlenmiş olmasıdır. Yani ciddi bir devlet görüntüsü değil keyfi bir devlet görüntüsü sergilenmesi...
Daha başka; AB müktesebatı gereği altına imza attığımız sözleşmelere binaen AİHM'nin ülkemiz hakkında vermiş olduğu kararlara uymayarak, imzamıza sadakat göstermeyen ülke konumuna düşürülmemiz...
Ve; siyasi rant için toplum sosyolojisini kundaklamaya matuf meşhur "Kabataş yalanı" ve "Camide içki içildi" ithamı. Neydi o yalanlar; "Kabataş semtinde kırmızı ışıkta çocuk arabası ile karşıdan karşıya geçmekte olan başörtülü bir kadına, kucağında bebeği olduğu halde üstleri çıplak, alt tarafı deri pantolonlu yetmiş erkek tekmeleyip üzerine işemişlerdi. Yine aynı gün aynı semtte gezi eylemlerinden gelen bir grup protestocu genç camiye girerek içki içmişlerdi. Ancak söz konusu camiinin imamı bu iftirayı kabul etmeyerek "Ben din adamıyım yalan söylemem" deyince sürgün yiyip, istifa etmişti. Yani ciddi bir devleti yöneten irade, halkının bir kısmını diğer bir kısmına karşı kışkırtmak için yalan haber üretemez.
ABD, ülkemizde yaşanan süreçleri, sosyal vakaları bizim yandaş medya üzerinden değil kendi bizatihi görevlendirdiği istihbarat ağından faydalanarak okuyup değerlendiriyor, yani her yönümüzle gözetim altındayız.
Diğer bir husus vatandaşlar olarak "Halk Bankası yolsuzluğu"nu bizlere dayatılan resmi görüş üzerinden okuyup değerlendiriyoruz. Peki ABD bunu nasıl okuyup değerlendiriyor, bundan haberimiz var mı, yok. Mesela ABD şöyle düşünüyor olamaz mı; "Yahu Zarraf bile tek tek anlattı ama onlar hala olup bitenlerin Fetö kumpası olduğunu anlatıyorlar"
Yine bir diğer husus; ABD çok iyi biliyor ki; zamanın "Cemaati"ni AKP ile BOP projesinde bir araya getirdi. Siyaseten iktidar olan AKP cumhuriyet değer ve kazanımlarının mukavemeti ile karşılaşınca muktedir olmak için arkasında ABD'nin olduğu "Cemaat/Fetö"nün devletteki paralel yapılanması devreye sokularak mukavemet gösteren milli kişi ve kurumlar Ergenekon ve Balyoz süreçleri ile tasfiye edildiler. Bu süreçlerin mimarı ve aynı zamanda takipçisi olan ABD, daha sonraki süreçlerinde hiç şüphesiz takipçisi ve gözlemcisi olmuştur. Dolaysıyla, bizim millet olarak resmi dayatmalarla gerçek diye kabullendirildiğimiz şeylerin dışarıdan da aynı şekilde okunup kabul gördüğünü sanmıyorum.
ABD'nin 13 vatan evladımızın PKK tarafından infaz edilişine ilişkin başka yerlerden teyit alma ihtiyacının temelinde belki de BOP Eş Başkanlığı görevlendirmesinde gizlenmiş bir sır olabilir mi?
Prof. Dr. Doğan Cüceloğlu'nun vefatı çok üzgünüm
Bu kadar kutuplaşmış bir ülkede her kesimin değerli gördüğü sevgi duyduğu bir insan olmak belki de öbür tarafa taşınabilen en güzel hazine olsa gerek.
Ağzından çıkan her cümle; duyan kulaklardan önce zihinlere sonra ruhlara üflenmiş serinlik veren yel gibiydi.
Ve bu kadar rahatlamış ruh hali ile hikayesini anlattığı çocukluğu, gençliği, aile hayatı ve bilim adamlığını her dinlediğimde gözlerim nemlendi hatta ağladım. Çünkü onun hikayesi kendisini güçsüz gören, özgüven eksikliği yaşayan her dinleyene güç ve moral veriyordu.
Velhasıl kelam; yazmış olduğu kitaplarının, kayıt altına alınmış konuşmalarının ve videolarının her biri, sıkıntı ve moral bozukluğu için derinden içimize çektiğimiz bir nefes gibi ferahlatıcı ve rahatlatıcı olduğunu okuyarak ve dinleyerek anladım.
Prof. Dr. Mümtaz Turhan'ın tesiri ve yönlendirmesi ile Türk milletine kazandırdığı, mesleğinde duayen olmuş değerli bilim adamı Prof. Dr. Doğan Cüceloğlu'nun vefatını büyük bir üzüntü ile öğrendim. Türk milletinin başı sağ olsun, Allah rahmet eylesin mekanı cennet olsun, seven ve yakınlarına sabırlar diliyorum...