Deprem felaketine parti aidiyeti ile yaklaşmak; siyasi kutuplaşmayı artırdığı gibi gerçekleri ikinci plana iter, parti propagandasıyla skor tabelasına sayı yazdırmak önceliği alır. Birinin siyah dediğine diğer taraf beyaz diyebilir…
Hangi tarafın gerçeği söylediğini çözebilmek de vatandaşın enerjisini tüketir.
Oysa önceki depremlerden hiç ders almadığımız ve bu büyük felakete de hazırlıksız yakalandığımız gerçeği karşımızda duruyor zaten. Sorun, ilk 2 gün bir türlü organize olunamamasıdır. Dördüncü gün bile hâlâ ulaşılamayan enkazlar ve köyler olduğunu yetkililerden duyduk.
Kentsel dönüşümü gözümüzde çok büyüttüğümüzü de bu felaket esnasında öğrenmiş olduk. Malzemeden çalan hırsızların iyi denetlenmediği durumlarda; 30-40 yıllık binalar ayakta kalırken, hemen yanındaki 5-10 yıllık binaların (yeni deprem yönetmeliğine göre yapılmış) nasıl çöktüğünü gördük. Suçlu sadece müteahhitler değildir. Hangi partiye ait belediyeler veya kurumlar bunlara ruhsat vermiş ve denetimleri aksatmışsa, ayrım yapılmaksızın bütün sorumlular hakkında hemen hukuki süreç başlatılmalıdır.
Bu kargaşa ortamında en çabuk toparlanıp hizmeti sürdürenler perakendeciler olmuştur. Bizzat takip ettiğim üzere; bölgedeki yerel perakendecilerimiz imkanların izin verdiği sürede organize oldular ve her türlü ticari kaygıyı bir tarafa bırakıp destek hizmetini sürdürdüler. Örneğin Gaziantep’te Oli Center, Diyarbakır’da Çarmar, Osmaniye’de Yalçın Market bunlardan bazılarıydı…
Yalçın Market 8 şubesinden 4’ü hasarlı olmasına rağmen sağlam şubeleriyle hem satış faaliyetini hem de erzak desteğini sürdürdü. Çarmar ekipleri ilk andan itibaren göçük altından kurtarma faaliyetlerine de katıldılar. Doğal olarak genel merkezleri İstanbul’da olan ulusal zincirlerimiz ile Anadolu’nun her yerindeki yerel perakendecilerimiz ve üyesi oldukları dernekler çeşitli sevkiyatlar gerçekleştirdiler. 500 şubesi ağır hasar gören BİM ve benzer kayıpları yaşayan Migros ile Şok Marketler, hem onlarca araçlık konvoylarla yardım kuruluşlarına hem de aktif olarak mağazalarından halka kendi çalışanları eliyle erzak ulaştırdılar.
Bu arada sosyal medyada yağmanın gıda kısmını hoş gören görüşlere rastladım. Peki konu gıda olunca, koca bir kamyoneti marketin kırılan camı önüne yanaştırıp ailece tepeleme doldurmanın adını ne koyacağız?
Başka bir mağazadan elektronik ve beyaz eşyanın her çeşidini yağmalamanın karın doyurmakla ilişkisini de kuramadım. Aç ve susuz kalmış bir insanın yıkılmış bir binadaki marketten su ve gıda maddesi almasına hiçbir perakendecimiz hayır demez. Birçoğu kamyonlar dolusu bağış yaparak bunu ifade etmiş oldular zaten…
Evlere girerek ziynet eşyası arayan ve soygun yapan çetelerle mücadelenin başlamış olması olumludur. Bu suçluların adalete teslim edilmesi yeterlidir.
Birlik olursak bu yaraları sararız. Bağışı kimin topladığı, yardımı kimin gönderdiği depremzedeyi ilgilendirmez, sonuçta toplam fayda önemlidir.
Bir başka önemli konu da; milyonlarca insanımız sokakta kalmışken, artık misafirimiz olan göçmenlerin de ülkelerine dönme vaktinin geldiğidir. Zira misafir ağırlayacak kapasitemiz azalmış, onu da kendi vatandaşlarımız için kullanma sorumluluğumuz artmıştır. Yabancıya konut satışı durdurulmalıdır.
Fazla gecikmeden hatalarımızla da yüzleşmeliyiz!
Daha şiddetli Japonya depremlerinde bile can ve mal kaybının bizimle kıyaslanamayacak kadar düşük olmasının sebebi, oradaki evlerin/binaların sağlamlığıdır. O ülkede çok katı bir depreme dayanıklılık standardı vardır. Artık denetim konusundaki ‘sıfır tolerans’ı söylemeye bile gerek yoktur. İşte fark budur, başka da bir sebebi yoktur!
Deprem sonrası eksik kalan ise organizasyon yeteneğidir. AFAD çalışanları ve kahraman madencilerimiz başta olmak üzere bütün arama, kurtarma ekiplerinin gayretlerini takdirle anmamız gerekir. Ancak zamanında koordine edilemediklerini de kabul etmek zorundayız.
Ağaçtan düşen birisi olarak eski bir anımı paylaşmak isterim. Ankara tarihindeki en büyük doğal afeti, 11 Eylül 1957 tarihinde gerçekleşen “Ankara Tufanı”nı yaşamış biriyim. Ankara üzerinde tek bulut yokken, Elmadağ tarafından gelen büyük bir su kütlesi yüzlerce evle birlikte Dışkapı semtindeki evimizi de yıkıp sürüklemiş, geride tek bir çay kaşığı bile bırakmamıştı. Bunun için bu felakete sel baskını değil 'tufan' adı verilmişti. Silahlı kuvvetlerimizin erken organize olması ve bizleri zamanında uyarması sayesinde, bu felaketten 10 dakika önce annem ve kardeşimle birlikte Altındağ yokuşunu tırmanarak canımızı kurtarmıştık. Can kaybının onbinler yerine 200 civarında kalması bir istihbarat ve koordinasyon başarısıydı. Aynı gün ve 5-6 saat içinde çadırların ve seyyar mutfakların kurulması da esasen prosedürlerin ne kadar sağlam olduğunun göstergesiydi.
Felaket sonrası Türk halkının yardımseverliği devreye girmiş; üzerimizdeki kıyafetlerden başka hiçbir şeyimiz kalmamasına rağmen kısa zamanda ev eşyalarımızın tamamlanması da dahil olmak üzere gelen yardımlarla, sağlam kalmış başka bir semtte yeni bir hayata sıfırdan başlamamız mümkün olmuştu.
Sonuç olarak; askerin yaptığı planlamayı, uygulamadaki uzmanlığı ve disiplini hiçbir kurum daha iyi gerçekleştiremez. Muhtemel afetle mücadele konusunda senaryoları vardır. Kişilerin rolleri (dışarıdan katılacak ekipler dahil), makine teçhizatın yerleri bu senaryolarda bellidir ve tereddüt göstermeden uygulanır. Geçmiş birçok başka afetlerde de gördüğümüz gibi…
Afetin tek yerde değil de 8-10 değişik bölgede gerçekleşmesi gecikme nedeni olamazdı. Zira aynı planlar daha önce belirlenen emir-komuta zincirindeki görevlendirmelerle değişik bölgelerde eş zamanlı başlatılabiliyordu.
Dolayısıyla seferberlik gerektiren böyle dönemlerde TSK’ne tekrar afetlerdeki doğrudan görev yetki ve sorumluluklarının geri verilmesini öneriyorum. Zira bu acı tecrübe bir kere daha gösterdi ki; felaket anında ve sonrasında ‘zamana karşı yarış’ en önemlisidir. Sonrasında bugün olduğu gibi gereken destek bu büyük milletten gelir. Bunun da adaletli paylaştırılması yeterli olur.