Osmanlı imparatorluğu çağa ayak uyduramadığı için askeri ve ekonomik alanda geri kalmıştır. Avrupa ile rekabetinde geri kalmış, savaşlarla büyük toprak kaybına uğramıştır. Birinci Dünya Savaşı sonunda imparatorluğun yıkılması ile yeni millet esaslı ulus devlete geçmiştir. İstiklal savaşını verip bağımsızlığını kazanan yeni cumhuriyetin kurucu ideolojisi 'milliyetçilik' olmuştur. Kendi bekasını sağlamak için milli varlığını koruyucu ama teknik ve bilimsel gelişme için batılılaşma politikası uygulamıştır.
Osmanlı'dan Cumhuriyet'e geçişte nüfus ve ekonomik yapımız hiç iç açıcı değilmiş. Türkiye nüfusunun 1914 – 1927 arası dönemde 16,3 milyondan yüzde 17’lik bir düşüşle 13,6 milyona gerilemiş. 1912’de imparatorlukta iç ticaret yapan işyerlerinin sadece yüzde 15’inin Türklere ait olduğunu, 1922 İstanbul’unda dış ticaret işletmelerinin sadece yüzde 4’ünün Türklere ait olduğunu ve okur -yazar oranı da yüzde 11 olduğu yazılı.
1920’lerin Türkiyesinde tarımsal üretimin hala tarih öncesindeki tekniklerle yapıldığın, iç bölgelerde kullanılan sabanın neolitik çağdaki gibi ucuna çakmak taşı cinsinden sivri bir taş takılmış kanca biçimli bir odun parçası olduğunu tasvir etmekte. Tohum ekme işinin ve hasadın elle yapıldığını, altı taşlı ilkel bir döven kullanıldığını, tanenin sapından ayrılması için de binlerce yıl öncesindeki gibi rüzgârdan yararlanıldığını öğreniyoruz tarih kitaplarından. Tarımda kuru sulu tarım usulleri ve makine kullanımı için uzmanlar yetişmesi için yurt dışına bilim adamı gönderip sonra uygulamaya sokulmuş.
1929 Dünya ekonomik bunalımına karşı devletçi ekonomik politikaya başvurmuş. İzmir İktisat Kongresi'nde alınan milli iktisat kalkınma hedeflerine ulaşmak için devletçi ekonomik model uygulanmış. 1923 – 1950 döneminde demiryolları, limanlar ve belediye hizmetleriyle ilgili 24 ayrıcalıklı yabancı şirketin millîleştirildiğini ve bunun 21 tanesinin 1933’le 1945 arasındaki Devletçi kalkınma döneminde olmuş. Sermaye yetersiz olduğu için dış kaynağa hep ihtiyaç duyulmuş. Yeni sanayi programı için Amerika’dan ve Avrupa ülkelerinden yeni borçlar arandığı, ancak Sovyetler Birliği’nden alınabilen 8 milyon dolarlık kredi ve teknik yardımla (1932) sürecin başladığı vurgulanmaktadır. Bunu 1936’da İngiltere’den alınan 3 milyon sterlinlik (18 milyon TL) ve 1938’de Almanya’dan alınan 100 milyon TL’lik kredi izlemektedir.
Büyük sermaye açığı olan, savaşlarla harap olmuş bir ülkede ekonomik kalkınmanın devlet eli ile olması doğal olarak devletin ekonomide ağırlığını artırmıştır. 1950’de demokrasiye geçtikten sonra da ülkenin çok eksik olan alt yapı yatırımları yine devlet öncülüğünde yürütülmüştür.1961’de başlayan planlı dönemde, ithal ikameci kalkınma modeli de, hem devletin piyasaya müdahalesine, hem de devlet kamu iktisadi teşekkülleriyle devletin ekonomide ağırlığı artmıştır. Bu durum 24 Ocak 1980 serbest piyasaya geçişe kadar sürmüştür. Serbest piyasa ile planlamacı kamucu devletçi yapıdan özelleştirmeci devletin ekonomiden üretimden uzaklaşması ile kapitalizmin dönemsel ekonomik krizlerin yakalanmıştır. Bizim nesil açısından yakın dönemde 3 büyük kriz yaşanmıştı. İlki Nisan 94 krizi, ikincisi Şubat 2001 krizi ve sonuncusu da 2008-09 küresel kriz.
Şimdi ise 4'üncü büyük krizi yaşamaktayız.
Özel sektörün bağımsız gelişmesine imkân vermeyen aşırı müdahaleci ekonomi ve demokrasinin geliştirmesine başarılı olmayan müdahale ortamında, sivil toplumun gelişmesi de mümkün olmadı. Asker - sivil ilişkilerinin gerginliği nedeni ile dönemsel demokrasiye müdahale ile sonuçlandı. Muhalefet ile iktidar arasındaki uzlaşmanın yetersizliği istikrarsızlık yeni yönetim şekillerinin oluşmasına sebep vermiştir. Parlamenter sistemden başkanlık sistemine geçiş ile idari sistem ve ekonomik yapı sorunları çözemediği gibi ülkeye patinaj yaptırmakla kalmayıp irtifa kaybına sebebiyet veriyor.
Asya ve Avrupa ekonomik ve idari olarak biri birinden oldukça farklı tarihsel arka plana sahiptir. Asya toplumlarında (Hindistan, Çin, Osmanlı İmparatorluğu vs.) Avrupa’nın aksine merkezi otorite, gücünü muhafaza etmek ve yetkilerini paylaşmamak için ülke topraklarını belirli bir bireye ya da aileye mülk olarak devretmez ancak onun belirli şartlar altında ve kendisine bağlı kalacağına inanması suretiyle kullanma hakkını devrederdi, kullanma hakkına sahip olan kişi bu hakkını miras yoluyla da çocuklarına devredemezdi. Böylece merkezi otorite, kullanma hakkını devreden anlaşmayı feshedip bu hakkı bir başka kişiye verebilirdi. Bu nedenle doğu toplumlarında toprak, bireyin değil, devletin mülkiyetindeydi. Bu durum devletin doğu toplumlarında Batı toplumlarına göre farklı algılanmasına neden olmuştur, Doğu toplumlarında devlet “tanrısal bir güce” sahiptir ve asla sarsılmaz bir yapısı vardır. Devlet güçlü sivil toplum örgütsüz ve güçsüz, birey edilgen korumasız olduğu için girişimcilik yenilikçilik için elverişli bir ortam sunmamaktadır.
Batı uygarlığı mutlak monarşi dönemine ait yapıları kırarak, halkın yönetime katılmış olduğu bir sistem kurunca, icatlar eşliğinde dünya ticareti hızla arttı. Ticaret hacminin artma nedenlerinin en başında; makineleşme ile seri üretime geçilmesi yatıyor. Dünya üretim artışının da en önemli nedeni, makinelerin icadıdır. İcatların artmasının en önemli nedeni ise; anayasal özel mülkiyet, fikir özgürlüğü ve patent haklarıdır. Kapsayıcı kurumsal yapılar bir devri kapatıp, diğer devrin evrelerinin önünü açıyor. Kralların, şahların, diktatörlerin yıkıldığı, yerlerine milli bilinç ile millet iradesinin hâkim olduğu kapsayıcı kurumsal yapılar kuran ülkelerin refah özgürlük kalkınma ve ilerlemeyi sağladığını tarih bilimi bize göstermektedir. Dünya çapındaki ekonomist Prof. Dr. Daron Acemoğlu “Why Nations Fail” (Ulusların Düşüşü ) kitabında özetle şunu söyler: “Ülkeleri başarısız kılan kurumların çökertilip, yönetimin şahıslara bağlanmasıdır...”
Hukukun üstünlüğü, kuvvetler ayrılığı, yargı bağımsızlığı, yargıç güvencesi, devletin her türlü eylem ve işleminin hukuka dayanması ve yargısal denetime açık olması, Anayasa Mahkemesi, özerk kurumlar, planlama, sosyal hukuk devletine yeniden dönmek gerekiyor. Buna göre, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçiş, hukuk devletinden uzaklaşma ve tek adam rejiminin kurulması, ekonomik krizin temel nedenidir. Çözüm için, parlamenter sisteme dönülmelidir. Ama bu kez güçlendirilmiş parlamenter sistemi gündemimize almalıyız.