Erguvanlar açarken-2

Hülya SEZGİN

Femin Art İstanbul Şubesinin İstanbul Tuzla'da yaptığı resim festivali anılarımı anlatıyordum ya... İşte ikincisi...

Bu gün otistik çocukların eğitim gördüğü Vala Gedik İlk öğretim okulu'nun bahçe duvarlarını resimleyeceğiz. Ekipler oluşturduk. Biz İzmir grubu gün batımında Kız Kulesi'ni, denizi, kayıkları resmedeceğiz. Ekibim diye söylemiyorum, resmimiz güzel oldu. Okul duvarlarının resimlendiğini gören çocuklar pek sevindiler. Bize su, eldiven, kendi ürettikleri galoşlardan dağıttılar. Nasıl heyecanlı ve mutluydular görmeliydiniz...

Dönerken  otobüsteyiz. Yabancılar oynamak istediler. İçleri kaynıyor fıkır fıkırlar. Otobüs teypinde uygun müzik yok! E ne demişler demokrasilerde çare tükenmez... Elvin'in telefonundan oryantal müzik bulduk. Otobüsün mikrofonunun önüne koyduk. Kıvrak arap havaları ile Bahreynli arkadaşlar otobüs sağ sol yaptıkça devrile düşe oynadılar...

Olga'mı geçmiş yazılarımdan anımsayacaksınız. Kazakistanlı... genç yaşta bir Türkle evlenerek Mersin'e yerleşmiş. İyi bir insan ve iyi bir ressam... ana kız gibiyiz, pek severim. Anılarını anlatıyor. Çocukken çok yaramazmış ve süsüne düşkünmüş. İlle de kâhkülü olsun istermiş. Annesi ise bakışını engeller de gözleri bozulur diye kâhkül bıraktırmazmış. Benim muzip Olga bir gün çözüm diye sakızını saçlarına yapıştırıvermiş. Çıkaramayacakları için kesmek zorunda kalsınlar, kâhkülü olsun diye. Ama çocuk aklı işte! Sakızı saçının ucu yerine dibine yapıştırınca dipten kesivermişler. Kâhkül yerine kirpi gibi yani güzel olayım derken çirkin olmuş!..

Adaları geziyoruz. Suna adaların kısa kısa öykülerini anlatıyor... 

İstanbul’da yedi ada varmış. Prens takım adaları... Genellikle azınlıkların oturduğu yermiş adalar. Şimdi ise müslümanlarla karışık oturuyorlarmış. 
İlk öykü Erguvanların... Yahuda İsa'yı şikayet etmiş. Bunun üzerine utancından erguvanlar kızarmış. Ortadoğu ve İstanbul erguvanın yetişme merkeziymiş. Ortadoğu'da beyaz, İstanbul'da ise pembe renkte imiş... 

İstanbul adalarının en büyüğü ve belki de en güzeli Büyükada idi bana göre. Faytonla gezdik. Araba gürültüsü yok, egzos gazı yok... İnsanlar bisikletle gidiyorlar ulaşmak istedikleri yere. Hem sağlıklı, hem çevreci. Keşke her yer böyle olsa. O evlerin, bahçelerin güzelliği... bakmaya doyamadık... 

En yüksek tepesine Aya Yorgi Rum Manastırı'na çıktık. Rivayete göre M.S. 963 yılı Bizans İmparatoru Nikiforos Fokas zamanında inşa edilmiş. Hristiyan Haçlılar tarafından pek çok kereler yağmalanan Aya Yorgi'nin mucizevi ikonasını ise kiliseye ait pek çok kutsal eşyayla birlikte toprağa gömmüşler. 17.asırda bir çobanın rüyasında görünen Aya Yorgi, ona adanın tepesine çıkmasını ve çıngırak seslerinin geldiği yeri kazmasını; böylece onu yani ikonasını bulacağını söylemiş. Gerçekten de talimata uyan çoban çıngıraklarla bezenmiş bir halde ikonayı bulmuş ve aynı yerde manastır tekrar yapılmış. O günden bu yana gelen ziyaretçilere uğurlu olduğuna inanılan çıngırak verilmekte imiş...

Burayı ziyaret eden pek çok hastanın şifa bulduğu ve edilen duaların kabul olunduğu söylenmekte. Bizim müslümanlar ise bizim dinimize ait olmayan çaput bağlama ve ip bağlayıp aşağılara kadar açma geleneğini hâlâ sürdürüyorlar. Bu gelenek dinimize ait olmadığı gibi çevreye de son derece zararlı. Çaput bağlanan fidanlar gelişemezken düğüm olan dolaşan ipler kuşlara ve diğer hayvanlara zarar vermekte. Sağa sola hep uyarı levhaları  koymuşlar... ama dinleyen kim? Bence orası terziler için bir cennet. Çeşit çeşit, renk renk ip... açanın ardından dolaşmadan hemen toplasınlar...

Suna el emeği güzel şeyler üretiyor. Kardeşi ise her gelişinde birini alıp götürüyormuş. Sonunda Suna dayanamamış. Kardeşi evine döneceği zaman “Dur şu valizi bir arayayım önce” demeye başlamış. Heykeltraş Sebahat Yıldırım (Sabik) Suna'nın evinde kaldı. Suna çan meraklısı. Her yere, kapıya hatta buzdolabının kapısına bile çan takmış. Sabik ne yapsa çan çalıyormuş. Bize şikayet ediyor Suna'yı... ”Çok zor durumdayım arkadaşlar. Gece ne lavaboya kalkabiliyorum, ne de dolaptan su içebiliyorum. Neye elimi atsam çın-çın... Ama benden sonra gelecek misafiri bu işkenceden kurtaracağım. Giderken hepsini toplayıp götüreceğim.” 

Yabancı ressamlardan Sima Türkçe “Çok güzel” demek istiyor. Ancak “Ü”leri söyleyemiyor. İlle de öğreteceğim ya!.. Anlatabilmek için horoz taklidi yaptım. “Üüüü üüü rü üüüü” Taklit etti... “Uuuu uuu ru uuuu”... çaresiz vaz geçtim.
Rafiye Balkan göçmeni. Rumeli şivesi pek hoşumuza gidiyor. Bir arkadaşı onu üzmüş. Artık onunla konuşmayacağını anlatmaya çalışıyor. “Ses mes çıkmaz benden. Bi görüntü var bende ondan yana karşı. Hepsi ondan ötürü.” Yumuşak huylu... ne dersek karşı çıkmıyor. “Taamam” diyor. Biz bayılıyoruz onun konuşmalarına...

Bizim insanımız okulda hakkı ile sanat eğitimi alamıyor. Sonrasında ise eğer çok meraklı ve seviyorsa tanışıyor resim sanatı ile. Pek çok insanımız hiç resim sergisi gezmemiş. Bilmiyor.  Daha önce bir büyüğü veya öğretmeni elinden tutup resim sergisine götürmemiş ki!.. Pek çok kişi resim sergisini gezmeye çekiniyor. Paralı sanıyor... karnını zor doyururken de öyle bir şeye para harcamaya gereksinim duymuyor... Yabancı arkadaşlarımın aldıkları eğitimi sanata ülkelerinin verdiği değeri gördükçe içim acıyor. Benim insanım neden mahrum diye... Şu an kimbilir beni okuyanlar arasında bile sanatın olumlu yönünü, insana kattığı değerleri önemsemeyen kişiler bulunabilir. Ama onlara kızamam ki! Sanat bizde hep öteleniyor!..

Neyse dertlendim gene. Gelelim Suna'nın atölyesine... Suna uygun bir atölye ararken Tuzla'da Adil Balık restoran sahibi “Hocam benim lokantanın çatısı atıl bir durumda... Gelin görün, hoşunuza giderse kira mira istemem güle güle kullanın.” diyor. Suna hemen bakmaya gidiyor... Evet biraz kötü durumda... ama manzara muhteşem... Leb-i derya... göz alabildiğince mavilik, gemiler, balıkçı kayıkları... o manzara karşısında eline ilk fırça alan bile ressam olur. Günümüzde atölye kurmak kolay değil. Kirası, suyu, elektiriği vs... kişinin belini büküyor. Hemen kolları sıvıyorlar... çiçek gibi yapıyorlar... Şimdi kursiyerleri ile orada çalışıyor. Restoranın duvarları Suna'nın ve kursiyerlerinin harika resimleri ile süslü... Bazı yerlerdeki gibi dijital sahte baskı resimlerle değil... orijinal gerçek resimlerle...

Zaman içinde müşteriler alışmış, karnını doyuran yukarı çıkıp sergiyi geziyor, çalışanları izliyormuş. Pek çoğu resim satın alıyormuş. Lokantanın müşteri sayısı da artmış...

Özendim.Tanrım bana da öyle bir şans eyle. Ben de İzmir Güzelbahçe’de böyle bir atölye arıyorum... duyurulur...

Gezmekten, yemekten, gülmekten yorgun düşmüştük. Yorgun ama mutlu evlerimize yollandık...

Uçağımız havalandığında dudaklarımdan şu sözler döküldü...
Hoşça kal İstanbul... geride güzel anılar, güzel dostluklar bırakarak bir kez daha Hoşça kal...

Bitti...

Hülya Sezgin