Televizyonların evlere yeni girdiği yıllar.
Ev ahalisinin saat kurup Muhammed Ali’nin maçlarını sabaha karşı izlediği zamanlar.
70’ler...
Babamız çalışır, annemiz bizlere bakardı. Evde tek kişinin çalışması yetiyordu. Dört kişilik bir aile tek kişinin maaşıyla kirasını ödüyor, yiyeceği, içeceği ve tüm ihtiyaçları karşılanıyor, yanı sıra annelerimiz para biriktirebiliyordu.
Herkes emekli ikramiyesini dört gözle bekler, günü dolunca o ikramiyeyle ev alınırdı. Devletçi ekonomi vardı. Döviz bulundurmak yasaktı. İhtiyaç da yoktu. Alım gücü yüksekti. Patates ve soğan evlere kiloyla değil, çuvalla gelirdi. Zamanında tüketilmezse soğanlar cücüklenir, çuvalın dibinde kalan patatesler filiz vermeye başlardı. O kadar lüks içindeydik ki beğenmediğimiz patates ve soğanlar çöpü boylardı.
Oyuncaklarımız, lüksümüz sınırlıydı. Alamancı akrabalar yakışıklı Mercedes arabalarıyla gelince yanlarında pilli oyuncaklar, şekerlemeler, Fa marka sabunlar getirirlerdi. Ancak onlar da evlerimizdeki gıda bolluğuna hayran kalırlardı. Onların oyuncak ve şekerlemeleri, bizim de bereketli topraklarımızda yetişen ürünlerimiz vardı.
Trakya kıvırcık kuzuları vardı. Tatlarına doyum olmazdı. Her eve yeterince et girer, kuru fasulyeler etsiz pişmezdi. Zeytinler, peynirler, yağlar herkesin alabildiği ürünlerdi.
“Türkiye’de aç mezarı olmaz” cümlesinin karşılık bulduğu yıllardı.
Okul çağımız geldi.
Eski Türkiye’de eğitim ticari meta olmamıştı. Hepimiz aynı önlüğü giyip aynı yakalığı takarak okula başladık. En varlıklıyla en fakir aynı sırada oturuyordu. Öğretmenlerimiz Cumhuriyet öğretmenleriydi. Tarikat vs. bağları yoktu. Bizi o kadar iyi yetiştirdiler ki, hepimiz sonraki yıllarda toplum ve ülke için elimizden geldiğince bir şeyler yaptık.
Beslenme çantalarımız boş kalmıyordu. En yoksul aile bile evladının beslenme çantasına kuru köfte koyabiliyordu. Eski Türkiye’de kıymaya et muamelesi yapılmıyordu. Sıradan, herkesin ulaşabildiği bir üründü.
Bayramlar…
Ninelerimiz elleriyle tatlı açar, davul fırınlarda pişirirlerdi. Üzerine de şekerli şerbeti dökerlerdi. O zamanlar bu ülkenin şeker fabrikaları vardı. Şeker ucuzdu. Glikoz ya da mısır şurubu bilinmezdi.
Aile büyükleri torunlara bez mendil içinde harçlık veririrdi.
O zamanlar bez üreten Sümerbank vardı.
Kimse kefensiz gömülmüyordu!
O yıllarda haber almak için gazete okunurdu. Seka kapanmamıştı. Kâğıt ucuzdu, dolayısıyla gazete de ucuzdu. Dedelerimiz kahvelerde çaylarını içerken gazetelerini okurlardı.
Kurban bayramında neredeyse her evde kurban kesilirdi.
Ahlak vardı. Ahlak!
Sinilerce et komşulara dağıtılır, her evden kavurma kokuları yükselirdi.
Kimse yatağa aç girmezdi.
Büyüdük, gençlik yaşlarımıza girdik.
Üniversite sınavları… Sadece devlet üniversiteleri vardı. Deli gibi çalışanlar girerdi. Baba parasıyla geri zekâlı çocukların burs alamadığı yıllardı.
Akıllı telefonlar yoktu.
Kütüphanelerde ders çalışırdık. Kütüphanelerden ödünç kitaplar alırdık. Sosyal ilişkilerimiz güçlüydü. Kızlı erkekli oturabiliyorduk. Kimse de bu sosyalliğe iğrenç burnunu sokamıyordu.
Biz bu ülkede güzel günler yaşadık. Bizden sonraki nesillere de aynı günleri yaşatmakla sorumluyuz. Boynumuzun borcudur. Tarımı, üretim ve sanayiyi yeniden oluşturmamız gerekiyor.
Bu seçim bizim namus meselemiz olmalı.
Ya domuz bağcıları, ya da ülkemizin aydınlık geleceğini seçeceğiz!