“Türk budun tokurkak sen. Açsar tosık ömez sen, bir todsar açsık ömez sen. Andağıngın üçün igidmiş kağanıngın sabın almatın yir sayu bardığ. Kop anda alkındığ arıltığ. Anda kalmışı yir sayu kop toru ölü yorıyur ertig.”
(Türk Milleti, tokluğun kıymetini bilmezsin. Acıksan tokluk düşünmezsin. Bir doysan açlığı düşünmezsin. Öyle olduğun için beslemiş olan kağanının sözünün almadan her yere gittin. Hep orda mahvoldun, yok edildin. Orda geri kalanınla her yere hep zayıflayarak ölerek yürüyordun.)
1285 yıllık Bilge Kağan Kitâbesinin kuzey cephesinin 6. ve 7. satırları bu sözler; Prof. Dr. Muharrem Ergin’in çevirisiyle. Merhum Hocamıza dua kılarak biraz güncellemeye / meallendirmeye çalışalım:
Türk Toplumu tokluğu sever. Açsa tokluğu önemsemez, doysa açlığı düşünmez. Yani günü birlik yaşar. Misâl; Balkan, Cihan ve İstiklâl Harpleri gibi uzun savaşlar ve yokluk - kıtlıkla sınandığında sınavını vermek için her şeye katlanır. Ama hafızasında o darlığın - yokluğun yakıcılığını tuttuğu için tekrar o hale düşmemek için risk alır. Tıpkı Uygurlar döneminde, tıpkı II.Dünya Savaşı esnasında olduğu gibi. Savaşı yaşamamış gibi gözüksek de ızdırabını iliklerimize dek yaşadık. Ve o açlık - yokluk korkusu Sovyet tehdidi bahanesiyle bizi NATO’ya yani ekmek ambarına itti. Açtık, tokluk nedir düşünmedik. Para başkasınınmış, Gâvurun imkânlarıyla sağlanan bolluk ve bereketin karşılığını isterler diye dert etmedik. Kendi yağıyla kavrulan ve fakat özgür bir ülke bırakan Kurucu Liderinin sözünü tutmadık, Kapitalist Blok’a girdik. Zira orası en zenginler cemiyeti idi, biz de girince otomatikman zenginleşecektik. Borç para bulma şampiyonları olan Menderes’e, Özal’a, Erdoğan’a alabildikleri para kadar oy verdik. Ancak musluklar kısılınca kıriz - miriz diyerek yeni para-bulurlar aradık. Şimdiki arayış gibi..
Bu arada iyiden iyiye kapitalistleştik, dinimiz - imanımız para oldu. Ona sahip olduğumuzu göstermek için birbirimize hava attık, tatil yaptık, çocukları özel okula yolladık, AVM’lerden çıkmadık, afilli yerlerden konum salladık, el oyuncağımızın hem havalı hem sosyal medya kartalı olmasına çabaladık. Sevdiklerimize oradaki sözlerle sevgimizi göstermeyi alışkanlık edindik, varmış gibi yaptığımız inanç ve ideolojilerimiz için hiçbir şey yapmadığımız halde karşılıklı klavye şahinliği üzerinden hesapta birbirimizi var yada fark ettik. Siyasetin zig-zaglarına cümbür - cemaat bi güzel teviller getirdik. Nadiren azaplanan vicdanımıza da beğeni – paylaş’tan rujlar sürdük. İşte geldik gidiyoruz azizim, üç günlük dünya (!)
Ha, nerden gelmiştik; Orta Asya’dan mı? Hiç belli olmuyor.
Hatırla, ne kadar gülmüştük; Nasreddin Hoca’ya: Hani Hoca “pejmürde” kıyafetle gitmiş ya ziyafete, kimse tanımamış ve ‘buyur ye’ diyen olmamış. Sonuçta aç kalmış. Gitmiş kürkünü giyip endamını kuşanarak bir daha gelmiş; “Ooo sevgili Hocam, Hoca hazretleri, Nasreddin Beyefendi” diyerek başköşeye oturtmuşlar. O da n’apmış, Allah’ın Müslümcüsü; “Ye kürküm ye!” demiş.
O gün (1279) bu gündür (2019) ne yiyoruz ey Cemaat-i Müslimîn?
Ve Göktürklerden (8.yy) bu yana (21.yy) ne diyoruz ey Türk Milleti?
Parola; ziyafet, işareti; yemek..