Ekim ayı sonunda yüzde 85,51 çıkan TÜFE, Kasım ayı sonunda 1 puan azalışla yüzde 84,39 çıkınca, tüketici arasında ‘fiyatların düşüşe geçtiği’ şeklinde bir algı oluştu. Oysa fiyat artışları aynı şekilde devam ediyor. Baz etkisiyle bu küçük azalış zaten bekleniyordu. Aralık ayında aynı etkiyle yüzde 70 civarında, Ocak ayında da yüzde 58’e yakın bir TÜFE oranı görmemiz mümkündür. Bu üç aylık durumu ‘fiyat artışları hız kesti’ şeklinde değerlendirmek normaldir. Daha fazlası zorlama olur. Çünkü bu illüzyonun sebebi; yıllık artış hesaplanırken, geçen yıl aynı ayın yüksek oranı sistemden çıkıyor, yerine bu yıla ait düşük oran giriyor ve buna da baz etkisi deniyor.
Sonrası mı?
Şubat ayından itibaren de önemli bir politika değişikliği olmadıkça, bizim dengimiz olmayan 3-5 ülkeyi dışarıda tutarsak, yüzde 50 veya üzerindeki en yüksek enflasyonu bir müddet daha yaşamaya devam edeceğimiz görünüyor.
Eğer küresel anlamda alınan tedbirlerin (özellikle de faiz artışları) birçok ülkede sağladığı iyileşme sürerse, enerji başta olmak üzere birçok ithal üründe bize de olumlu yansımalarını bekleyebiliriz. Ancak ihracatçılarımız bu günkü döviz kurundan memnun değiller. Baskılar bir politika değişikliğini gündeme getirirse, kur etkisinin enflasyona olumsuz katkılarını da görebiliriz.
Fiyatların bugün geldiği seviye hiç artmasa bile tüketicinin kaybettiği refah düzeyini yakalaması kolay olmayacaktır. Kaldı ki satınalma gücü zayıflamaya devam etmektedir.
Yeni asgari ücret belli olduğu andan itibaren piyasada, özellikle de temel gıda ürünleri (et ve süt ürünleri hazır bekliyor) başta olmak üzere mal ve hizmetlere yapılacak zamları izleyeceğiz. Çünkü bazı sektör temsilcileri daha şimdiden maliyet artışlarını seslendirmeye başlamış ancak görüşmeler esnasında şimşekleri üzerlerine çekmemek için beklemeye geçmişlerdir. Bitti mi?
Hayır. Artmış olan ücretler en erken Ocak ayı sonunda ele geçeceğinden, eş zamanlı olarak tekrar fiyat artışlarını da izleyebiliriz. Sınırsız serbest piyasa savunucularının aksine temel gıda kategorilerinde tedarik zincirinin ilk halkasından itibaren fiyat denetimlerini destekliyorum. Zira gelirinde aslan payını gıdaya ayıran tüketici çoğunluğunun korunma ihtiyacı vardır. Kaldı ki fiyat ne kadar artarsa artsın aç kalmayı göze almadan talep düşürülemez. Bunun için de arz ve talep kanunu temel ihtiyaç maddelerinde sağlıklı işleyemez…
Geçtiğimiz haftalarda, “2023 nasıl bir yıl olacak ?” başlıklı yazımda, bir yıl önceki yüzde 95 asgari ücret zammının nasıl etkisiz kaldığını açıklamıştım. Durum bugün için de dünden daha fazla değişiklik göstermiyor.
En büyük işçi temsilcisi durumundaki TÜRK İŞ; dört kişilik bir ailenin Kasım ayındaki yoksulluk sınırını 25.365 TL, açlık sınırını da 7.785 TL olarak açıkladıktan sonra, masaya oturulurken Başkanı aracılığıyla, "Asgari ücrette kırmızı çizgimiz 7.845 TL'dir" görüşünü duyurdu.
Şaka gibi değil mi?
Yüzde 43 artışı kırmızı çizgi için yeterli gören bir işçi temsilcisi, hangi enflasyon oranını dikkate aldığını ve işçinin kaybını önlemesi gereken bu talebin matematiğini açıklamalıdır.
Türkiye’de asgari ücret ve biraz üstünde ücret alanların oranı yüzde 55’tir. Yani neredeyse genel ücretle anılır hale gelmek üzeredir. Çok konuşulmasının birinci sebebi budur. İkinci sebebi enflasyonun bu asgari ücretin alım gücünü sürekli düşürdüğüdür. Üçüncü ve daha önemlisi ise, ücretteki her türlü artışın enflasyonu yukarı yönlü hareket ettireceğidir. Yani yine yumurta tavuk ilişkisi geçerlidir…
Enflasyon oranı yüzde 85, politika faizi yüzde 9, mevduat faizi ise yüzde 23-24 iken, bu rekor eksi reel faiz ile TL tasarruflarının artması beklenemez. Ya da bankaların yüksek faizle mevduat toplayıp düşük faizle kredi vermesi sürdürülebilir olamaz. Dolayısıyla bankalardan kredi almak da gittikçe zorlaşacaktır.
Prof. Dr. Doğan Cansızlar dikkat çekmiş; "Nadiren rastlanan ‘dördüz açık’ ortaya çıktı. Cari açık, dış ticaret açığı, bütçe açığı ve döviz açığı aynı anda gerçekleşmeye başladı" diyor. Peki bu şartlarda MB’nın açıkladığı ulaşılması zor olan enflasyon hedefi olumsuz kur etkisinden korunabilir mi?
Hayli zor olduğu gibi tahminle gerçekleşen arasındaki çok büyük fark ekonomik programlara olan güveni de azaltabilir.
Sonuç olarak; milli paramızın değeri korunamadığı için piyasada pazarlıklar hâlâ dolar üzerinden yapılmaktadır. MB bu sorunu çözmediği sürece, enflasyonla olan mücadelenin kazanılması ve kalıcı olarak bu sorundan kurtulmamız mümkün olamaz.
Gelir dağılımındaki bozulmanın derecesini de yukardaki rakamlar söylüyor zaten. Kaldı ki, önce de belirttiğim gibi asgari ücret artış oranının enflasyonu tetikleyici etki yapması kaçınılmazdır. Dolayısıyla çalışan kesimin her durumda kaybetmesi de bundan kaynaklanmaktadır...
Yeni yıla ait yazımda, önümüzdeki yılı 2 bölüme ayırmıştım. Tekrar edeyim; birinci bölümde genişleyici para politikasını, kamu bankalarından kredi desteğini, ücretlere zam ve refah söylemlerini; ikinci bölümde ise sıkı para politikasını, zorunlu faiz artırımını ve vatandaş için kemerleri sıkma dönemine ait tabloyu görmemiz güçlü ihtimaldir.