GELDİK, GÜLEMEDİK...

Zeynel KOZANOĞLU

 

GELDİK, GÜLEMEDİK...

Üç aydır İzmir’deydik. Yolda yorulduk. Sonunda Kopenhag’a, evimize  geldik diye sevindik ama sevincimiz kursağımızda kaldı. Bir acı haber aldık, Esme ölmüş. Yaşı benim yaşımın yarısından az fazlaydı. İki küçük çocuğu vardı. Eşiyle, çocuklarıyla geçimi iyiydi. Bir ara doktora gitmiş, “Kanına bakalım” demişler. Kanına bakmışlar kötü hastalık.

Biz Türkiye’deyken burada ölmüş. Esme’yi köye götürmüşler ve toprağa vermişler. Tepe gibi kadın kısa zamanda eriyivermiş. Eşi Süleyman perişanmış. Onlara kim kol kanat gerecek. Bu zamanda başa gelebilecek en büyük yıkım yuvanın dişi kuşsuz kalması... Allah düşmanıma vermesin. Şimdi bütün aile Türkiye’deler.

Biz Türkiye’deyken Hayruş’un bir dizinde ağrısı vardı, zar zor yürüyordu. Yola çıkacağımızdan üç gün önce de diğer dizi tutuldu. Danimarka’yı bin bir güçlükle bulabildik. Geldiğimiz günden bu yana da Beyhan evimizin “kadın” ı oldu. Geceden geceye evlerine gidiyorlar. “Beyhan olmasaydı ne olurduk” u düşünmek bile istemiyorum. Bereket Hayruş iyileşiyor.

...

Gelelim Esme’nin kim olduğuna... Konya Kulu’nun Ömerhanlı kasabasındandılar. Yıllardır Kopenhag’taydılar ve komşumuzdular. Ömerhanlı’dan çok söz ettim. Hayata atıldığım yıllarda öğretmen olarak çalışmıştım. Bugün bile aradan elli altmış yıl geçtiği halde pek çok sevdiğim insan oralı. Ve pek çok sevenim oralı. Danimarka’da, İsveçte, Norveçte pek çok kişi ile can dostu halindeyiz. Stockholm’da Selma’m var, kızlarımdan farksız.

Sadede geleyim. Esme’yi yitirmiş olmamız bizi üzdü. Onu Hayruş da severdi. Birlikte üzüldük. Gurbette bir yakınınızın dünya değiştirmesi ağırlardan ağır bir yıkım aslında. Gidenin şahsında kendinizi görüyorsunuz ve hüzünleniyorsunuz. Öyle ya, bunca seveniniz uzaklarda. Onca sevdiğiniz uzaklarda.

Esme’yi nasıl tanıdım? Oturduğumuz beldede yerleşik kadınlarımızdan okuma yazma bilmeyenler için kurs açtığım yıllardaydı. Kursiyerlerimden biri “Esme de okumaz yazmaz durumda” demişti. Küçük çocukları varmış ama, evde kaynanası bulunduğundan çağırılırsa Esme kursa gelebilirmiş.

Ben okuma yazma kursunun çerçevesini geniş tutuyordum. Kadınlarımıza uyanık olmaları, topluma uyum sağlamaları, çocuklarını iyi yetiştirmeleri gibi konularda da sözlerimle yardımcı oluyordum. Bu nedenle de hele de Hayruş da yanımda bulunduğundan kursumu ilgi çekici buluyorlardı.

Süleymanı tanıyordum. Esme’yi o güne kadar görmemiştim. Kursuma gelmeye başladı.

Güleç biriydi. Türkçesi  iyiydi. Yalnız telefonla konuşmayı bilmiyormuş. Evde telefon var, o elini süremüyor. O zamanda henüz cep telefonu bilinmiyordu. Esme evde yalnızken telefon çalar çalar susarmış. Kaç kez anlatmaya çalıştılarsa da Esme bir türlü telefonla tanışmaya yanaşmamış.

Ertesi gün kursa bir telefonla geldim. Öyleydi, böyleydi derken makineyi yakından tanıması için ona zaman tanıdım. Sonra numaraları çevirmesini önerdim. Aklına geldiği gibi, aklına esen numarayı çevirdi. Nasıl olsa telefon bir yere bağlı değil. Ve bu evre de tamamlandıktan sonra bir kâğıda kocaman rakamlarla İsveç’te oturan kardeşinin telefon numarasını yazdım.

“Şimdi her bir rakama bakarak, şu numaraları çevir” dedim. Çevirdi, bir daha, bir daha...

Esme ertesi gün geldiğinde ağzı kulaklarındaydı. İsveç’te oturan kız kardeşiyle konuşmuş. Aman ne sevinme, ne sevinme. Ve bana ne dua ne dua... O gün başka numaralar da getirmiş, Türkiye’den, Norveç’ten... Esme  zeki insandı. Birkaç gün içinde telefona alışmıştı.

O günden sonra geldi, gitti bana dua etti. Ancak, benim işitmeyeceğim bir sırrını diğer kursiyerlerimle paylaşmış, çok sonraları kulağıma geldi. Kaynanası yatıp kalkıp bana beddua ediyormuş. “Bu gelinin gözünü açtı, onu telefona alıştırdı, suyla mı çalışıyor bu meret?” diyormuş.

Şimdilerde kaynana da, Esme de artık öbür dünyadalar. Nur içinde yatsınlar.

Bize gelince şimdilik “iki kapılı bir handa yürüyoruz gündüz gece.”

Sevdiklerimiz Türkiye’de kaldı. Buraya geldiğimiz günün akşamında Beyhan’ıma “Türkiye’ye uçak biletleri için Internet’e bir bak çocuğum” dedim. “Babacığım henüz geldiniz” dedi çocukcağızım. Epey yıllar önce Yahya Kemal Beyatlı’ya sormuşlar. “Üstad, Ankara’nın neresini seviyorsun?” demişler. Şairimiz “İstanbul’a dönmesini...” yanıtını vermiş.

O yıllarda İstanbul gerçekten İstanbulmuş elbet. Yoksa bugünkü İstanbu’dan geçmemek için biz İzmir - Kopenhag arasında doğrudan uçak seferleri başlayıncaya kadar İzmir’de bekliyoruz. Hani “Ne Şam’ın şekeri, ne Arabın yüzü” diye özlü söz var ya, o hesap... İstanbul’a bir türlü ısınamadım.

Ben de Danimarka’nın “Türkiye’ye dönmesini” ni seviyorum.

Ah hele bir de şu kapkara bulut güzelim ülkemizin üstünden bir kalkabilse. Kahrolasıca şu kâbus insanımızın yakasından düşmüş olsa. Anadolu’da uyuyan dev uyanmış olsa... Herkes aklını başına toplasa.  Devleti elinde tutanlar akıl çizgisinden uzaklaşmayı bıraksalar. Çok şey mi istiyorum?