Kızım Senem bir buçuk yaşındaydı. Cin gibi yerinde duramayan bir çocuktu. Henüz dokuz aylıkken yürümeye başlamıştı. Minibüsle bir yere giderken rahat edeyim diye en arka koltuğa otururdum ama onu tutmak ne mümkün! İneceğim yere geldiğimde bütün minibüsün sevgilisi olmuş ve en ön koltuktaki yolcu teyzenin kucağında olurdu...
Ödüm kopardı ona bir şey olacak diye. Gözümün önünden ayırmazdım. Bir yere giderken elinden sımsıkı tutar hiç bırakmazdım. Ve ani bir hareket eder de arkadan gelen araç ona çarparsa diye korkumdan yol tarafında ben yürürdüm, onu araçlardan uzak yan tarafta yürütürdüm. Başıboş bırakmaz gözümü üstünden ayırmazdım. Ama her düştüğünde “Vah yavrum!” diye üstüne atlayan bir tip de değildim. Onu uzaktan takip edip, kontrolü elimden bırakmazken hiç ilgilenmiyormuş gibi davranırdım...
Bir akşam bankada gene kasa tutmamıştı. Geç saatte eve geldim. Hava alacakaranlıktı, kararmaya yüz tutmuştu. Evde yemek yok!.. Hemen mutfağa koştum. Telaşlı telaşlı yemek hazırlığına giriştim. Senem içeride odada kendi kendine oynuyor, ağabeyi Serter ise diğer odada ders çalışıyordu. Yemek hazırlığının en civcivli anında kapı çalındı. “Kim geldi acaba? Şimdi beni oyalayacak.” diye düşüne düşüne kapıya gittim. Birden irkildim. Kapı aralıktı...
Korkuyla kapıyı aralayıp baktım. İki ev ilerimizde oturan Kamil amca idi. Kucağında ise Senem. Aptallaşmıştım. Benimkinin ayağının birinde ayağından çıkmak üzere sarkan bir çorap var, diğeri ise çıplak. Kamil amca “Kızım balkonda oturuyordum. Baktım seninki almış başını paytak paytak gidiyor. Acaba sen önünde ya da arkasında mısın diye kolaçan ettim. Yoktun. Telaşlandım. Hemen aşağıya indim. “Nereye gidiyorsun Senem?” dedim. “Attaaaa...” diye yanıtladı. “Hadi birlikte gidelim...” diye aldım kucağıma ve buraya geldik.”
Sırtımdan ter boşanmıştı korku ve heyecandan. Uzun uzun minnettarlığımı dile getiren sözcüklerle ve dualarla teşekkür ettim Kamil amcaya. Kendi kendine “atta” ya giden Senem kapı çalınınca ben gidene kadar kapıyı da açabilirdi gelen yabancı birine. Bu yabancı kişi hırlı da olabilirdi, hırsız da!.. Laftan sözden anlayacak, tehlikenin farkına varacak yaşta değildi. Hemen ertesi gün eşim Hikmet elinde zincirli bir sürgü kilitle geldi eve. Ve kapının arkasına yukarılarda bir yere vidaladı. Artık ne gezmeye gitmek için, ne de kapı çalındığında bilmediğimiz kişilere açamayacaktı kapıyı Senem'im.
Biraz büyüyüp akılları erecek yaşa ulaştıklarında adını, soyadını, telefon numaramızı, hangi semtte oturduğumuzu ezber ettirdim çocuklarıma. Tanımadıkları kimselerle konuşmamaları gerektiğini, kimsenin evine benden habersiz girmemelerini, kimse ile gene benden habersiz bir yere gitmemelerini öğrettim. Onu zorla götürmek isterlerse korkmamalarını “İmdaaat, yardım ediiin” diye bağırmalarını, tepinmelerini öğütledim...
Anlayabilecekleri sözcüklerle onları ne gibi tehlikelerin beklediğini anlattım. Merak ettikleri her şeyi bana söylemeleri gerektiğini, eğer kötü bir şey değilse birlikte yapabileceğimizi anlattım bir bir. Hatta ispat için tehlikeli olabilecek pek çok şeyi birlikte denedik. Balkonda kâğıt bile yaktık Serter'le... Nasıl zor söndüğünü, yangın çıkıp evin ve kendisinin yanabileceğini ve daha neler olabileceğini bir bir konuştuk...
Resmen tatbikat yapıyorduk bazı konularda... Sonra eskiden komşuluk bir başka idi. Komşular birbirini kendinden bilir, zarar gelmemesi için çaba harcarlardı. “Bana ne?” demezlerdi. Nadir olarak bulunmakla birlikte artık böyle şeyler mazide kaldı.
Şimdilerde pek çok komşunun umurunda bile değil. Bir vurdum duymazlık ki sormayın gitsin... Allah kimseye evlat acısı göstermesin... Bakın üç buçuk yaşında Pamir yandaki villanın havuzunda boğulmuş... Kars'ta kaybolan dokuz yaşında Mert Aydın'dan acı ve kötü haber geldi. Babasına yemek götürmek üzere yollanan Mert'in cesedi kötülük edilip çöplüğe atılmış...
Şimdi o ana babaların yüreğinin yangını diner mi? Hiç giden geri gelir mi?
Hülya Sezgin /hulyasezgin@hotmail.com