Hafta sonu siyasetten uzaklaşıp bir nostalji yapsak diyorum:
DİLDEBİR
Yapraklar yeşilliğini kaybetmiş, susuzluktan bitkin düşen elma güneşin olgunlaştırdığı meyvelerini dökmeye başlamıştı.
Yanaçmalar (yeni açmalar)daki elma ağacını Hidayet amcam Düğmeciler köyüne gelin giden Zeynep halama vermişti. Elmaları küçüktü ama tatlıydı. Ağaç ise elmalarına inat çok büyüktü. Boyu 8 metreyi eni 10 metreyi bulmaktaydı. Geniş gölgesi kel(hindi), koyun ve hayvan çobanları için dinlenmeden öte bir oyun sahası idi. Altında elmalardan epey küçük beştaş taşları eksik olmazdı.
Hafif meyilli dibi dildebir oynamaya çok müsaitti. Bu oyunu sadece “kel çobanları” oynayabilirdi. Kel çobanlarının ellerinde “kel çıbıkları” bulunurdu. Oyun kısmen koyun sopalarıyla da oynanabilirdi. Tabii koyun sopasıyla oynamak epey maharet isterdi.
Oyuncular dizleri yukarı gelecek biçimde oturarak dizilirdi. Oyun sırası gelen kişi elindeki çıbığın 50-60 cm altından tutar yere birkaç defa vurur ve sonunda bırakarak sektirirdi. Çıbığı en yakına düşen ebe olur hem çıbıkları toplar hem de o an için belirlenen cezayı çekerdi. Ceza ne olabilirdi? Aklımda kalan cezalardan biri ve en yaygın olanı çevrilmesi gereken, kel, koyun veya hayvan varsa çevirirdi. Tabii “çevirmek” nedir diyeceksiniz. Bulunması gereken mıntıkadan uzaklaşan hayvanları geri getirmek olarak ifade edebilirim.
Hayvan çobanları için de oyun vardı tabii ki. Onlar akşama doğru hayvanlarını köye getirirken hayvanların arkasından sektirme oynardı.
Çobanların güttükleri hayvanın cinsine göre sopası da değişik olurdu. Kel çobanlarının çıbıkları ince uzun olur boyları iki iki buçuk metreyi bulurdu. Köyde en uzun kel çıbığı Çakır Dede’de bulunurdu.
Koyun çobanlarının sopaları büyükbaş hayvan çobanlarının sopalarından biraz uzun ve ince olurdu. Hasan Dede’nin elinde mutlaka birden fazla koyun sopası görülürdü.
Hayvan sopası mümkün olduğunca kuvvetli olurdu. En iyi hayvan sopası Kızılcık ağacından ve aynı familyadan “gastediren” ağacından yapılırdı. Bu konuda en maharetli arkadaşımız Rahmetli Rıdvan’dı.
Elma ağacının yaz başında kopkoyu olan gölgesi sonlara doğru alacalaşırdı. Bir yandan sararan yapraklarını dökerken diğer yandan elmalarını biz ve hayvanlarımız için aşağıya bırakırdı.
Bir öğlen vakti çobanlar elma ağacının dibinde dildebir oynuyorduk. Aşağıdan biri “Taştarla”dan nefes nefese “Elinde bıçaklı biri geliyor” diye bağırarak geldi. Onu 2 veya 3 yüz metre arkadan biri takip ediyordu. Elinde 25-30 cm uzunluğunda bir bıçak görülüyordu. Ucu ve sapı böğürtlenle kırmızıya boyanmıştı. Ayrıca çıplak olan vücudunu da böğürtlenle yer yer boyamıştı. Yüzü boyadan tanınmayacak durumdaydı.
Biz üç beş kişiydik. Korkuyla etrafa dağıldık. Neriman ablam ağacın altında kala kaldı. Çocuk,
“Abla ağaca çık o ağaca çıkamaz” dedi. Ablam ağaca tırmandı.
Diğerlerimiz yukarıya Yılmaz abilerin elmasına doğru kaçtık. Gelen kimse iyice yaklaşmış hatta elmanın dibine kadar da gelmişti. Ablama saldırmak için ağaca tırmanmaya çalışıyordu. Çıplak vücudu ile tırmanmayı başaramadı.
Derken şahıs ciddiyetini fazla koruyamadı başladı gülmeye. Meğer bizim İbrahim imiş. Ablam indi. İbrahim’in elbiselerini de taşıyan çocuk elbiselerini verdi giyindi ve ağaç tepelerine çıkanlar ve etrafa kaçışanlar toplandık elma ağacının dibine.
Bu olayın üzerinden muhtemelen 10 yıl kadar geçti. Yine bir sonbahar günü köye bir acı haber geldi;
“Tüller yanında İbrahim çift sürerken motoru devirmiş." Allah rahmet eylesin mekanı cennet olsun. Köyümüz ”İbram”ını kaybetti.
Aradan çok geçmedi. İbrahim’den sonra elmamız iyice kocadı.
Kel edinen birkaç kişiden biri İbrahim’in ağabeyi Nurettin ağabeyimizdi. Kuş giribinde köyümüzün kellerini de kaybettik. Kelimizle birlikte “dildebir”imiz de yok oldu.
Elimizde çocuklarımıza anlatacağımız güzel hatıralarımız kaldı.