Her on yılda bir NATO’cu paşalar sayesinde demokrasimiz kesintiye uğrasa da, öğrenci olayları, grevler ve lokavtlar zincirleme birbirini kovalasa da Türkiye ekonomik açıdan büyümeye devam ediyordu. O günlerin ekonomik eleştirilerine zaman zaman Rauf Tamer köşesinden: “Tel dolap dönemine dönmeye razımısınız?” sualini sorardı.
Yani her şeye rağmen Türkiye yine de büyüyordu.
Darbelerden sonra gelenlerin bakmayın siz darbeciler aleyhine atıp tutmalarına; çünkü onların hepsi darbecilerin doğurduğu çocuklardı. Darbelerin en fazla acısını çeken Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Alpaslan Türkeş ve Necmettin Erbakan, hiçbir zaman devletine kin beslememiş, devletin ve kurucularının yıpratılmasına rıza göstermemişlerdi. 6 Defa gidip 7 defa gelen Demirel: “Devlette küslük olmaz” iştiyakıyla bıraktığı yerden yeniden işine dört elle sarılırdı.
12 Eylül 1980 darbesinden sonra Turgut Özal, gelir gelmez Türk parasını koruma kanununu değiştirdi ve Türk Milletinin alışık olmadığı malları yurt dışından ithal etmeye başladı. Onun tabiriyle: “vitrinde her şey bulunmalıydı, alan alır almayan bakar”dı. Nitekim öyle de oldu. Sanki Türk Milletinin önceliği buymuş gibi ilk önce pahalı ve lüks marketlerde ithal ve hormonlu çikita muzla tanıştık. Ondan sonrası malumunuz olduğu gibi zincirleme gelen ithal ürünlerle vitrinlerimizi süsledik. Aslında muzun alası Anamur’da yetişiyordu ama olsun ziraatla ülke kalkınmazdı! Muz tarlalarında çok katlı binalar yükselmeye başladı ve o gün bu gündür de Türkiye’nin her tarafında ot biter gibi apartmanlar yükselmeğe devam ediyor.
Bu gün Türkiye de iki milyon konut fazlalığı var ve istatistiki rakamlara göre Türkiye de bu günkü duruma göre yılda dört yüz bin konut ihtiyacı var. Bu da demek oluyor ki, beş yıllık konut ihtiyacımız karşılanmış vaziyette.(Ama olsun dünyada mekân, ahirette iman demiş atalarımız.)
2001 Ekonomik krizinde Ecevit hükümeti, değil bütün kamuya ait işletmeleri ve arazileri, sadece meraları Türk çiftçisine satsa, bu krizden kurtuluyordu ama o günün liderleri devletin arazilerine kıymadılar, dokunmadılar ve bedelini iktidardan düşmekle ödediler.
2002 Yılında işbaşına gelen 28 Şubat mahsulü hükümet, özelleştirme ve AB’ye giriş mücadelesiyle işe hızlı başladı. Avrupa birliğine giremedik ama özelleştirmede dünya rekoru kırdık. Cumhuriyet kurulduğundan bu yana devletin elinde ne varsa derelerden şırıl şırıl çağlayan sular dahil hepsini özelleştirdik.
Hakkını yemeyelim 16 yıldır yollar, köprüler ve hatta(itibardan tasarruf olmaz)diyerek kaçak saraylar dahi yaptık! Dünyada dolaşan serseri parayı yurt içine çekmek için bol bol borçlandık, ama bu paraları üretime değil de hepsini tüketime harcadık.
Türk köylü ve çiftçisini, üretimden soğuttuk, samanı Bulgaristan’dan, danayı Romanya’dan, eti Sırbistan’dan almaya başladık.
Elin gavur Kanadalı'sı, ülkesinin yarısı kutuplarda olmasına rağmen bize mercimek satmaya başladı. Velhasıl iğneden ipliğe her şeye dışarıya bağımlı hale geldik.
Geldiğimiz nokta hepimizin malumu; hep böyle gidecek değildi tabii bol bol yediğimiz hurmalar gün gelir bizi tırmalar misali, şu anda hurmalar bizi tırmalamaya başladı.
İki ay içerisinde dolar iki katına fırladı, 2008'deki krizi teğet geçirdik ama, bu defa; "onların doları varsa bizim Allah’ımız var" sözü bizi ne kadar kurtaracak Allah bilir.
Kalın sağlıcakla...