Gözlerimi açtığımda güneş yeni doğuyordu. Ortalık ağarmamıştı. Her zaman yaptığım gibi sokaktan alarak büyüttüğüm köpeğim Efe ile sabah yürüyüşümüzden dönerken ortalık henüz aydınlanmaya başlamıştı. “Güzel bir gün” diye düşündüm. Giderken koyduğum çayımın suyu kaynamış... Demliğe boşalttım. Kahvaltımızı hazırladım. Çay demlenirken “Facebookta gezineyim, neler var bir bakınayım” dedim. Birden bire gördüğüm İlknur Boydak Yorulmaz'ın duyuru mesajı ile beynimden vurulmuşa döndüm...
“Babanız gittiğinde çocukluğunuz gider, gençliğiniz gider. Ne çok anı biriktirmişim. Ne çok zaman geçirmişim. Seni kaybettim, seninle birlikte çok şeyimi de... İnsanoğlu kendini hazırlayamıyor be babam. Hazırlayamıyor, yüreğim yangın yeri. Çok seven biriktirmişsin. Ne mutlu sana. Mekanın cennet olsun BABAMMMM. Nurlar için de uyu...”
Boğazım düğümlendi. Gözlerimden yaşlar boşaldı. İçim yandı.
Hissettiğim acı bundan kırk yıl önce bir sabah uyandığımızda yatağında cansız bulduğumuz babamın ölümü mü idi? Onu mu anımsamıştım? Yoksa çok sevdiğim bir ağabeyim olan Ergin ağabeyin birden bire artık olmayacağı acısı mı idi yüreğimi dağlayan?
Anılar peşpeşe birbirini kovalıyordu. Bir bizden... bir İlknur'lardan...
Yıl 1979... Gelinliğimin içinde kuaförde saçım yapılmış, nikah salonuna gitmek için gelin arabasını bekliyorum. Çiçeklerle ve kapı kolları tüllerle süslenmiş portakal rengi o zamanın sevilen renault marka arabası ile Ergin ağabeyim geliyor. Damatlığı ile pek şık ve yakışıklı olan eşim Hikmet de yanında. Beni kuaförden alıyorlar. Korna çala çala Fuar evlendirme dairesine geliyoruz...
Kalabalık davetliler bizi bekliyorlar. Nikahımız kıyılıyor. Saat 12.00 ye ancak boş bulabilmişsiz nikah zamanını. Tebrikler... tebrikler... Herkes dağılıyor.
Arabaya biniyoruz. Ergin ağabeyim, eşi (bana her zaman ablalık yapan) Nadire ablam, o zamanlar sekiz yaşındaki kızları İlknur'umuz, Hikmet ve ben. Korna çala çala nikah salonundan ayrılıyoruz..
Haziran ayının dokuzuncu günü. Hava sıcak... Öğle üzeri, karnımız acıkmış... “Şimdi ne yapalım?” diye düşünmeye gerek kalmadan Ergin ağabeyim direksiyonu Çeşme altına çeviriyor. Önce Urla yolu üzerinde aşıklar çeşmesinde soluklanıyoruz. Serin suyumuzu içip biraz da muhteşem manzarayı seyrettikten sonra dooğru deniz kenarına. Bir plaj kafesine oturuyoruz. Herkes mayolarla denize girip güneşliyor. Üstü sazlarla kaplı salaş ama güzel bir yer. Sıcak hava ama orası esiyor. “Gelin gelmiş” diye çevremiz kalabalıklaşıyor. Güzel bir duygu...
Neşeli sohbet eşliğinde keyifle karnımızı doyuruyoruz. Oradan kalkınca Ergin ağabeyim bize bir sahil turu attırıyor. Gene arada bir korna çalarak. Ama ısrarcı olmadan, kimseleri rahatsız etmeden... Geline (bana) olan ilgiden İlknur rahatsız. Babacığının biricik sevgilisi o. O gün ilgi onun üzerinde değil. Kıskanıyor... Kapris yapıyor... Ancak sonra tam karşısındaki eve gelin gelen Hülya ablasını çok seviyor. Hülya ablası da onu ve ailesini...
Zaman içinde Ergin ağabey emekli oluyor. O zamanlar emekliler maaşlarını almak için uzun kuyrukta beklerlerdi. Resmen o insanlara çile idi. Çok genç yaşlarda bankada çalışmaya başladığım için benim de emekliliğime az kalmıştı. Bir sohbet sırasında bunu dile getiriyorum. Ergin ağabeyim şakacıktan bana öfkeleniyor. “Biz bastonla titreyerek beklerken maaş kuyruğunda bu gencecik halinle gelecek ve sende mi sıraya gireceksin? Vallahi seni bastonla kovalarım.” diyor. Ben de “Yok ben sıraya girmem, saygısızlık olmasın diye bir hafta sonra gelir, maaşımı alırım.” diyorum...
Aradan otuz beş yıl geçmesine rağmen, evlerimiz birbirinden uzak da olsa kopmuyoruz. Zaman zaman görüşüyoruz ve hâlâ birbirimizi seviyoruz...
Ergin ağabey o amansız hastalığa yakalanıyor. Mide kanseri... Tedavi pek de sonuç vermiyor. Ve onu alıp götürüyor...
Sen ne güzel bir insandın Ergin ağabeyim. Ne iyi bir insandın. Seni ve aileni ben çok sevdim. Kendimden bildim... Işıklar içinde huzurla yat, mekanın cennet olsun...
Hülya SEZGİN/ hulyasezgin@hotmail.com