Biz ilahiyatçı değiliz, ancak sosyoloji ve sosyal felsefe açısından din algısı ve yaşantısı üzerine biraz kelam edeceğiz. Gerçek ilahiyatçılar devamını getirsinler.
Amazon ormanlarında halen medeniyetle irtibata geçmemiş yeni kabileler keşfediliyor. Yeni bir kabile keşfedilse de en ilkel toplumlar da bile dini inançlara rastlandığını biliyoruz.
Descartes boşuna “Tanrı fikri zorunlu fikirdir” dememiş. Toplumların dini inanç sahibi olmaları yadırganmayacak doğal olan bir durumdur. Ancak hangi din, nasıl din, ne hale getirilmiş din?
Kuran’da her kavme yalvaç (peygamber) gönderildiği bildirildiği halde bütün toplumların ilahi kaynaklı bir dini yaşamadıkları da biliniyor.
Çünkü insanoğlu kendisini bir Tanrı inancına sahip olmak zorunda hissediyor. Tanrı fikri ve soyut kavramlar bütün insanlarda doğuştan var. İnsan bu fikri zihninden atamıyor. Ancak zamanla kendisine işine gelecek bir Tanrı icat ediyor.
Öyle ya, gerçek Tanrı çalmayacaksın, haksızlık yapmayacaksın, putlaştırmayacaksın, kalp kırmayacaksın, öldürmeyeceksin, zulmetmeyeceksin demesine rağmen; bütün bunları yapma fikrini de zihninden atamayan insan dini işine geldiği bir din, Tanrı’yı da işine gelecek bir Tanrı haline getiriveriyor.
Hak dinler dediğimiz Tek tanrılı kitabı olan dinlerin bozulması işte bu süreçle başlıyor. Tanrının emirleri şeklen uygulanırken, dini rituelleri yaşatılırken, içi boşaltılıyor. Hem de dindarlar tarafından…
Musevilik ve Hıristiyanlık bu şekilde bozuldu. İslam dininin bozulmayacağını çocukluktan itibaren öğreniyoruz. Bu nokta da üzerinde düşünmemiz gereken bozulmaktan ne kastedildiğidir.
Eğer, bir dinin emirleri şeklen uygulanıyorsa, rituelleri ısrarla ve kalıplaşmış şekilde uygulanıyorsa; ama o dinin insanı toplumsal mutluluğa götürecek olan emirleri değil, rituelleri öne çıkarılıyorsa o dinin içi boşaltılmış olmaz mı?
Evet! Kuran yerinde duruyor, kimsenin değiştirmeye gücü yetmedi ve yetmeyecek, ancak; öncelikli öğretileri göz ardı edilirken, detaylar ve teferruatlar üzerinde bir din anlayışı inşa ediliyor. Bu da dinde değişme demektir. Musevilik ve Hıristiyanlıkta böyle değişmişti. Tanrı Hıristiyanlara karanlık ortaçağ anlayışını vahiy olarak göndermediğine göre; birileri Hıristiyanlığın içini boşalttı. Bu işi ortalama bir Hıristiyan değil, dindar Hıristiyanlar gerçekleştirdiler. Elbette, onlar gerçek dindar değil, dindar geçinenlerdi. Kendilerinin işine gelecek bir din inşa ettiler. …ve değişim öyle başladı.
Hazreti Muhammed (SAV)’in vefatından sonra İslam dininin devrim mahiyetinde ki söylemi örselenmeye başlandı. Çünkü çalmamak, çırpmamak, zulmetmemek, haksızlık yapmamak, toplumsal barışı sağlanmak gerekiyordu. Toplumsal barış ise egemenliklerini devam ettirmek isteyen seçkinlerin işine gelmezdi. Bu seçkinler kendilerini dindar olarak gösterip, dini rituellerin içine hapsettiler. Namaz kılıyorsa, içki içmiyorsa, herhangi bir günah işlemiyorsa iyi ve muteber insan olunuveriyordu. Halbuki, bazı dindarlar bir yandan rituelleri uygularken, bir yandan da çalıp çırpmaya başlamışlardı, bir yandan ibadet ederken, bir yandan da hamile kadınları öldürmekten bile çekinmemişlerdi.
İnsanlar dinin özü ile değil şekli ile ilgilendiklerinden dolayı din sadece camiye gitmek, namaz kılmak, oruç tutmakla sınırlandırılmış oluyordu.
Halbuki İslam dini cahileye adetlerinin üzerine inmiş, seçkin soylu sınıfını ortadan kaldırmış, toplumsal barışı sağlamıştı.
Şu sıralarda ülkemizde bir kişinin kıldığı namaz öncelikle değerlendiriliyor, o kişinin kırdığı kalpler, yaptığı hırsızlıklar, ettiği zulüm görünmüyorsa; biz gerçek İslam’ı değil, egemenlerin içini boşalttığı İslam’ı yaşıyoruz.
Gerçek İslam’ı yaşasaydık, bütün dünyaya hırsızlık, rüşvet, kara para aklama, vergi kaçakçılığı davası ile reklam olur muyduk?