İnancını yaşama özgürlüğü

Murat YAZAN

Yazıya başlamadan önce yanlış anlamaları ortadan kaldırma adına “inanç” kavramına açıklık getirmeliyim.

İnanç sadece dinsel temelli değildir. “Bir düşünce ya da anlayışa gönülden bağlı olma” halidir.

Başörtülü kızların üniversiteye alınmadığı yıllarda üniversitelerin önlerinde polisin şiddetle bastırdığı gösteriler oldu. Bu gösterilere sadece dinsel hassasiyetleri olanlar değil, özgürlükçüler, komünistler ve ülkücülerden oluşan geniş bir toplumsal yelpaze katıldı. Başörtülü kız öğrenciler çarpık ve hastalıklı yaklaşım yüzünden marjinalize edildi, bir dönem okuma hakları ellerinden alındı.

“İnancımızı yaşamamıza izin verin” demişlerdi. Ben de bu cümleyi o günden beri destekliyorum. İnançların yaşanmasına izin verilmelidir.

Gelişmemiş ya da gelişmekte olan ülkelerde siyaset, erkeklerin kadınlar üzerinden kurguladığı ama kadınları dâhil etmekten görece çekindiği bir süreç/yapıdır. Sözünü ettiğim dönemde siyaset başörtüsü üzerinden çizgilerini belirlerken, bugün de aynı eril akıl başörtüsünü kullanmaya çalışıyor.

Mahsa Amini’nin İran’da katledilmesinin ardından dünya çapında gösteriler başladı. İran’da birçok kadın zorla taktırılan başörtülerini çıkardılar. Tüm dünyada kadınlar “saç o kadar mübarek bir şey değil, buyur kestim attım” diyerek eylemlere destek verdiler.

Uzun uzun bekledim üniversite önünde “inancını yaşamak isteyen” başörtülü genç kızlar Mahsa için eylem yapar mı acaba diye, ya ben göremedim ya da kıllarını kıpırdatmadılar.

Oysa çok sağlam bir samimiyet testiydi.

“İnancımı yaşamak istiyorum” derken üniversite önünde saçlarından sürüklenen dönemin genç kızları, bugünün orta yaşa gelmiş kadınları samimiyet testinden sınıfta kaldılar.

Anlaşılan o ki, o kuşağın derdi “kendi inancını yaşamak, diğer inançlara sırtlarını dönmek” miş. O dönemde kabul edilemez ikna odalarına alınıp başını açmaya zorlananlar, İran’daki baskıcı rejimin “işkence odalarında” kadınların “eğitim” adı altında dayak yemesine, öldürülmesine ses çıkarmaz hale gelmişler. “Ben kendi inancımı yaşayayım ama siz yaşamasanız da olur” anlayışı ikiyüzlü bir yaklaşımdır. “Her protestoya katılmalı mıyız?” diye bir itiraz gelebilir. Elbette zorunlu değilsiniz, ancak empati yapmanız bile en azından iki satır yazıp sosyal medya hesaplarınızda paylaşmanızı sağlayabilir.

“İnancını yaşama özgürlüğü” herkesin hakkıdır ancak kabak genelde kadınların başında patlar. Ailenin genç erkekleri, ailenin yaşam tarzı dayatmasına itiraz ettiklerinde isyan edip arkadaşlarında kalmaya gider, bir süreliğine de olsa evden uzaklaşırlar. Aileler de oğullarının bu davranışını çok onaylamasalar da doğal bulur söylenir ama kabul ederler. Kız çocuğun böyle bir hakkı ya da şansı yoktur. Hava kararmadan evde olması gerektiği ve dışarı çıkması, arkadaşında kalması çoğunlukla imkânsız olduğu için 7/24 dayatmaya katlanmak zorundadır.

Seküler aileler içinde (laik aile olmaz, laiklik devlet anlayışı tanımıdır. Aileler, kişiler laik olmaz, seküler olur!) tesettüre girmek isteye kızlar gördüm, ailelerinden büyük baskı gördüler. İslami hassasiyeti yüksek aileler içinde başlarını açmak isteyen kızlar gördüm. Onlar da büyük baskı yediler. Her iki aile tipi de “sorunu” kendilerinde değil, kızlarının okullarında, arkadaş çevrelerinde, okuduğu kitaplarda, izlediği filmlerde aradılar. Ve her iki aile tipi de “sorun” kabul ettikleri bu aykırı tavrın çözümünü çocuklarının yaşamlarını kısıtlayıp daraltmakta buldular. Yakın çevrelerinde kendi anlayışlarına uygun yaşıtlarını bulup kızlarıyla arkadaş yapmaya çalıştılar. Yani devlet nasıl ki ideolojisini kadın üzerinden inşa ediyorsa aile de kendi vitrinine kız çocuğunu koyuyor.

Neden “vitrin?”

Bireyler kendilerini çeşitli sembollerle ifade ederler. Giyim kuşamları, ideolojileri, takıları (gümüş yüzük takan erkeklerin dinsel eğitimleri olduğunu düşünürsünüz ki bu tek aksesuar bile size fikir verir.), dinlediği müzikler, bitirdiği okul, başörtülüyse örtünün rengi kimlik ifadesidir. Buna sosyolojide “sembolik etkileşim” denir. İnsanlar sembolleriyle “kim” olduğunu karşısındakine ifade eder, kendisine benzeyenlerle arkadaş olur, yine sosyolojide “ikincil grup” dediğimiz arkadaş ve iş gruplarına dâhil olur (“birincil grup” ailedir). Aileler de kendilerini bu şekilde ifade ederler. Ebeveynler her nasılsa (seküler, mütedeyyin, ateist vs.) evlatlarının da kendileri gibi olmasını isterler. Bireyler nasıl ki kendilerine benzeyen bireylerle bir arada olup ikincil grupta toplaşmak istiyorlarsa aileler de aynını yapar, kendilerine benzeyen ailelerle bir arada olurlar. Birey dâhil olduğu topluluğa aykırı hareket ederse içinde bulunduğu gruptan dışlanır.  Ailelerin içindeki aykırı çocuklar da ailelerin ikincil grupta bulunmalarına zarar verir, hatta dışlanmalarına neden olurlar. Bu da beraberinde evlatlar üzerindeki baskının kökenini oluşturur.

Görüldüğü üzere inancını yaşama özgürlüğünün önüne ilk engeli aile koyuyor. Peşine devlet ideolojisi takılıyor. Ve bu kadınların üzerinden sürdürülüyor. "Erkekler böyle yapmasın" falan desem güzel olur, gerçekçi olmaz. Aydınlanma yaşamayan toplumlarda yazık ki süreç böyle yürümeye devam edecek...