Kendi yavrusunu yiyen kediyi, yere düşen kurdu sürünün yediği kurt kanununu doğa kanunu olarak biliriz. Ama insanın insanı yediğini okyanusta batan gemiden kurtulan kişilerin sırayla biri birlerini yediğini, hatta oğlunun annesini yediğini bir Hint filminde seyretmiştim. İnsanın en büyük zaafının ve imtihanının açlık olduğunu düşünüyorum. Salgında marketlerin raflarının boşaltıldığını insanların malzeme kapma yarışının kavgalara sebep olduğunu müşahede ettik. Teknolojik aletlere talep azalırken temel ihtiyaç maddelerine saldıran ve evine gıda stoklayan insanları insanların haberlerini duymaya başladık. Tüm dünyanın bir salgın ile başa çıkmaya çalıştığı şu günlerde bu farklılık, bu uçurum çok daha göz önünde. İhtiyacından fazlasını alarak marketleri yağmalayanlar ve ihtiyacı kadarını bulamayanlar... Acil yardıma ihtiyacı varken sağlık hizmetlerinden faydalanamayanlar ve sadece içini rahatlatmak için özel sağlık hizmeti alanlar... Kendi kendini karantinaya alma, işe gitmeme lüksü olanlar ve olmayanlar... Bencilliği özgürlük sanan çılgınca tüketenler ile yokluk ve yoksullukla hayatta kalmaya çalışanlar... Bunu anlatan açlıktan insanların davranış değişikliğini anlatan Netflix bilim kurgu filmi var. Bu dünyamızdaki adaletsiz sistemi bilim kurgu tadında anlatıyor. The Platform, özellikle içinde bulunduğumuz bu kriz günlerinde, herkesin kurtuluşu için tek yolun herkesin fedakârlığı olduğunu hatırlatan distopya filmi. Galder Gaztelu-Urrutia‘nın yönettiği İspanyol yapımı bilim kurgu filmi El hoyo / The Platform
Büyük katlı hapishanede her katta iki mahkûmun olduğu bir sistem. Mahkûmlar, kaç kat olduğu bilinmeyen delikteki herhangi bir katta uyanırlar. Bu mahkûmların bulunduğu katlar her ay rastgele değişmektedir. Mahpushaneyi her gün boydan boya kat eden ve üstü yemeklerle dolu bir platform vardır ve platform her katta birkaç dakika kadar durmaktadır; bu süre zarfında mahkûmlar istedikleri kadar yemek yiyebiliyor. Düşey bir hapishanedeyiz; her katta iki kişi ve katların ortasında geniş bir boşluk var. Her gün boşluktan, yukarıdan aşağıya doğru, yemek dolu bir platform iniyor ve her gün birkaç dakikalığına sırasıyla katlarda bekliyor. Sadece günde bir kere yemek için bu platform yukarıdan aşağı iniyor. Boşluğun ucu bucağı gözükmüyor, katlardakiler en üst katın kaç kat uzaklıkta olduğunu, kaç kişinin artık yemeklerini yediklerini bilseler de, kaç kişinin onların artıklarına muhtaç olduğunun bilincinde değiller. En üstte, sıfır katında mutfakta özenle hazırlanmış ziyafet sofrası, iki haneli katlara indiğinde ısırılmış lokmalarla, koparılmış parçalarla, ezilmiş dilimlerle, kemirilmiş kemiklerle, yarım bırakılmış tabaklarla kaplanıyor. Üç haneli katlarda ise kırıntı bulmak bile zorlaşıyor. Ayda bir herkes uyutuluyor ve yeni bir katta uyanıyorlar.
Filmde, hapishane ve platformun ayrı ayrı kapitalizm için bir metafor olduğu çok açık. Bu düzende herkesin beslenebilmesi için mahkûmların ADİL bir şekilde kendi hakkına razı olmasını başkasını düşünerek hareket etmeleri gerektiği tezini savunur. Bu aşamada alttaki insanları ikna etmek (bir şekilde) mümkün olabilirken, üsttekileri ikna etmek ise imkânsızdır.
Anne şefkatini karşılıksız sevgisi ve fedakârlığını anlatan sahne çok etkileyici. Her seferinde kızının saklandığı 333. kata inerek ona yemek vermesi, her katta hayatta kalmak için savaşması anneliğin içgüdüsel koruyuculuğunu karşılıksız fedakârlığını seyirciye izletmektedir. Eğitimli insanlar komşusu ile yemeği bölüşmeyi öneriyor ama zaman geçtikçe açlık kıtlık uzadıkça insanlıktan çıkıp komşusunu yemeğe başlıyorlar.
Bu düzeni ilahi adil düzen olarak ta düşünebilirsiniz, hakkına razı olma, kanaatkârlık en büyük zenginlik hatta yüceliktir düsturuna da tevil edebilirsiniz. Kozmik evrenin esası dengenin bozulmaması gerektiğini, Türklerin göğü ayakta tutan ADALETTİR, eğer adalet çökerse gök kubbe yıkılır metaforuna yorabilirsiniz (kutlu bilgi). Eğer sosyalistseniz eşitliğin önemine vurgu olarak yorumlayabilirsiniz. Tanrı adaleti sağlamak için bir takım kurallar koyuyor, kâinatta yaratılan her şeyin denge ve düzen içinde işlemesi kurala bağlı. Başkasının malına göz dikerseniz yani alttakilere gidecek yemeği kendi katınızda depolamaya çalışırsanız sizi cehenneme atarım diyor. Mal ziynet ve para biriktirmeyi, yetim hakkını yemeği, haram yemeği karnını ateşle doldurursun diyerek cehennemle korkutuyor. Tanrının koyduğu kurallara kendince çözümler bulan insanoğlu, depolamama yasağına açken uyuyor ama sıra kendisine gelince önündeki yemeklere hızlıca dalarak hakkından fazlasını yiyor ve böylece alt katlara pek bir şey kalmıyor. Tanrının verdiği nimetlerden yararlanamayan alt kesim çözümü birbirini yemekte buluyor.
Aslında herkes ihtiyacı olduğu kadarını alsa kimsenin aç ayrılmayacağı bir sofra, daha ilk katlarda talan edildiği için her gün alt katlardaki birilerinin ölümüne neden oluyor – açlıktan, şiddetten ya da çaresizlikten. Üst katlardakiler bir ay sonra alt katlarda uyanabilecekleri korkusuyla yiyebildikleri kadar yediği için alt katlardakiler aç kalıyor, alt katlardakiler aç kaldığı için bir sonraki ay üst katlarda uyanırlarsa yiyebildikleri kadar yiyorlar. Bu döngü devam ettikçe, insanlar da ölmeye devam ediyor. Düzeni değiştirmek için alt katlardakilerin elinden bir şey gelmiyor, üst katlardakilerinse içinden düzeni değiştirmek gelmiyor. Bir gün sen de düşersin senin de ihtiyacın olur, birbirimize yardımcı olalım demeleri gerekiyor. Zenginler hakkından feragat edip fakire verse açlık olmayacak ama aç gözlü olan paylaşmaya yanaşmayan üst tabaka en üsttekiler.
Filmin ana fikriyle, içinde bulunduğumuz, yaşadığımız bu dünyanın bir simgesi, güç piramidinin ya da besin piramidinin düşey bir yansıması niteliğinde. Eğer yukarıdaki kendi ihtiyacı kadarı ile yetinirse, aşağıdakilere yemek yetiyor. Altta kalmış açlığı yaşamış mahkûm üst kata geçince tüm eski çektiklerini unutup nefsine uyarak daha fazlasını yiyor. Asansör aşağı indikçe yemek azalıyor, açlık şiddeti komşusunun hakkını yemeği hatta kendisini yemeğe başlıyor.
İlahi dinler gibi diğer öğretilerin temelinde beklentiyi azaltmak hırsı dizginlemek azla yetinme kanaat tavsiye edilir. Hindu öğretisinde Buda’nın seyahati sonucu insanların acılarını ancak aza kanaat getirerek mutlu olunacağı yatar. Hint mitsizinden İslam kültürüne tasavvuf yolu ile giren düşünce az yeme az uyuma az konuşma bol ibadet ile nefsi dizginleme esasına dayanıyor. Tasavvufta en çok örnek tacı tahtı bırakan hükümdar İbrahim Ethem hikâyesi budanın seyahatine çok benziyor. Fakirliği bilinçli bir tercih olarak seçen Ebû Zer ölünceye kadar hiçbir devlet görevine talip olmamış, verilen görevleri de kabul etmemiş, sade düz onurlu münzevi bir hayat yaşamıştır. Muâviye’nin bazı harcamalarını ve Müslümanların ihtiyaç fazlası mallarını Allah yolunda sarf etmeyip biriktirmelerini (kenz) şiddetle eleştirmiş. Veda hutbesinde Peygamberimizin helalleşmesi ve borçlarını ödeyip, emanetleri sahibine dağıtması güzel örnektir. Ölüm döşeğinde elindeki son dirhemi de dağıtmasını söyleyerek maddi hiçbir miras bırakmaması, sade yaşaması, zenginlikten kaçınması biriktirmeye karşı olduğunun göstergesidir. Zenginlerin zekât vermesinin mecburi olmasının sebebi fakirin o zenginlikte hakkı ve payı olduğu fikri sosyal adaletin temininde en önemli müessesedir. Komşusu açken tok yatan bizden değildir düsturunu unuttuk. Affedilmeyen en büyük günahın kul hakkı olduğunu da..
İran edebiyatının en güzel hikâyelerini yazan Sadi Gülistan eserinde az yemenin önemini anlatır. Bilge bir hekime sorulur:
"Bir günde ne kadar yemelidir?"
Hekimin cevabı: "Yüz dirhem ağırlığınca yeterlidir"
Soruyu soran: "Bu kadar yemek az değil mi; İnsana ne kuvvet verebilir?"
Hekim: "Bu kadarı seni taşır; bundan fazlasını ise sen sırtında taşırsın."